Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında, eğitim de bir başıbozukluk içindeydi. Devletin içinde, birbirinden kopuk birimlerce yürütülüyordu. Asıl kendi başınalık, farklı gayri müslim cemaatların okullarında kendini gösteriyor. Özellikle yabancı ülke okulları, bu hususta başı çekiyordu. 

     Prof. Toktamış Ateş hocamızın da belirttiği gibi, sadece Ermeni tebaanın yaşadığı bölgelerde (yani ağırlıklı bir biçimde Doğu Anadolu ve Kilikya’da / Adana yöresinde), 100’ün üzerinde ABD okulu vardı ve bunların hemen tümü “misyoner örgütlerine” bağlıydı. (Cumhuriyet, 4 Haziran 2005).

     Bu okullarda yetişen, yetiştirilenlerin Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında, milletin başına nasıl püsküllü belâ kesildikleri, nasıl bir tedhiş / dehşet ve terör estirdikleri hepimizin mâlûmu. İşte bütün bu acı tecrübeler; eğitim ve öğretimin tek elden, devletçe ve devlet tarafından yapılması gerektiğini zorunlu kılıyordu. Tabii bu bir elden yürütüşten din eğitimi ayrı tutulamaz. Kendi hâline bırakılamazdı. Ve bırakılmadı zaten.

     Bu düşüncelerle, 3 Mart 1924’te hilafet makamının (TBMM’nin tüzel kişiliğinde saklı olarak - klâsik ifadeyle hilafet makamı, meclisin şahs-ı mânevisinde mündemiç olarak / yer alarak-) ilgasıyla / ortadan kaldırılmasıyla beraber tüm okullar, Millî Eğitim Bakanlığı bünyesine alınıyor. Bu bakanlığın denetimine tâbi tutuluyordu.

     Daha sonraki birkaç yıl içinde -yüksek öğrenim hariç- her türlü eğitim kurumu açma, Millî Eğitim Bakanlığı’nın iznine bağlanıyordu. (a.g.m.)

     Gelelim sadede: Günümüzde izinsiz Kur’an kurslarının sayısı çok arttı. Bazı kesimlerde bu, huzursuzluk doğurdu. Basında çok şeyler yazıldı. Denetimsizliğin mahzurları sayılıp döküldü. Buna bir çare arandı.

     Değerli okur; eğitim ve öğretimin devletin gözetim ve kontrolünde olması ne kadar yerindeyse; devletin halkın din eğitimi ihtiyacını lâyıkı veçhile yerine getirmesi de o denli önemli. Halkımız -elhamdülillah- müslümandır. Haklı olarak, öncelikle çocuğunun dinini öğrenmesini istiyor.

     Devletin bunu, gereği neyse, o şekilde yerine getirmesini arzu ediyor. Devletinden bunu bekliyor. Yoksa “Başkasına itimat etmeyen nefsiyle teşebbüs eder.” hükmünden hareketle “İş başa düşerse, başımın çaresine kendim bakarım.” diyor.

     Bu durumda devlete düşen “yasak savma kabîlinden” göstermelik ve yetersiz din eğitimi yapmak değil; kendi eliyle, kendi resmî din görevlileri ve ilgili ilim adamlarıyla vatandaşı tatmin edecek şekilde Türk çocuklarına, dinini imanını yeterince öğretmek olmalıdır. 

     Yoksa -özellikle Kur’an öğretimine küçük yaşta başlatmak zarurî iken- dolaylı yoldan Kur’an öğretmeyi zorlaştırıcı ve engelleyici durumlar sergilemek devlete yakışmaz. Hem zaten bu durum vatandaşın da gözünden kaçmaz. Bunun en tehlikeli sonucu ise şudur: 

     Devlet vatandaşın gözünden düşer. Devlet halktan çok kötü bir not almış olur. İşte buna devlet asla fırsat vermemelidir.

     Değerli okur! Din eğitimi ve Kur’an öğretimi hafife alınacak bir husus değildir. Kişi ve devlet için çok hayatî bir önemi vardır. Ki, hiç ihmale gelmez. Din eğitimi, gayri resmî ellere bırakılamıyacak kadar ehemmiyetlidir. Fakat devlet bunu kendisi yapar ve yaptırırken; dinin özüne ve ruhuna müdahale etmek ve ettirmekten de şiddetle kaçınmalı. 

     Doğru İslamiyetin öğretilmesini sağlamalı, vatandaşın İslamiyete lâyık doğru yaşayışını temin etmeyi en büyük görev bilmeli.

     Nitekim devletin bu işleri yerine getirecek koskoca Diyanet İşleri Başkanlığı var. Bu resmî kuruluşun bünyesinde ise binlerce yetkili ve yetkin din görevlileri mevcut.

     Üstelik bu muhterem saygın din adamlarımız, halka hizmet için çırpınıp durmakta; feragatle, üstün görev anlayışıyla, tam bir vazife şuuru içinde faaliyet göstermektedirler.

     Evet din adamlarımız ne güne duruyor? Kur’an öğretimi için, hepsi bu işe göre biçilmiş kaftandırlar. Canla başla bu kutsal vazife ve görevi yapacak yetenek ve salâhiyet sahibidirler.