1. Müslüman din görevlisi.
2. Öğretmen: (edebiyat hocasıyken talebeme bu nesir sanatından bir defa bahsetmiştim.- Falih Rıfkı Atay).
3. Mecaz olarak, akıl öğreten, öğüt veren kimse.
4. Medresede öğrenim gören sarıklı, cübbeli din adamı.
Sözlük anlamı bu ama günümüzde camide dini nasihat veren, vaaz veren, hutbe okuyan kişi olarak ve üniversite dahil tüm okullarda öğretmen olarak çalışan kişi anlamında kullanılıyor.
Hoca denildiğinde kitleler tarafından birbirinden değişik tipler ortaya çıkıyor ya da zihinlere düşüyor.
Allah’ı tanımayanlar, onun kudretine inanmayanlar, Allah ile arası iyi olmayanlar, materyalciler, Marxçılar, Maocular, Leninciler, Kemalistler (Kemalciler), Laikler, manevi dünyadan habersiz siyasi görüş sahiplerinin hoca tipi bellidir.
Saçı sakalına karışmış, gözlerinde binbir hilenin izleri olan sarıklı, elinde tesbih, kafasında bir beyaz takke bulunan bir heyula. Yeşilçam filmlerinde, Kemalist ve laik edebiyatçıların tasvirlerinde, onların siyasi görüşünü besleyen gazetelerinde çizilen tip budur.
Bu millet çoğunluğu tarafından her zaman alaya alınmış, o kitleleri suçlamak için gündeme getirilmiş bir ayıptır. O kesimler de yaptıklarından her zaman mutlu olmadıklarını belli ediyorlar. Bu durum genel çoğunluğu Müslüman olan milletin manevi duygularına zarar vermekten uzak. Çünki olay suçüstü yakalanmış ve tescil edilmiştir.
Asıl mesele bu değildir.
Bu karikatür hoca tipinden rahatsız olan büyük çoğunluğun hoca algısı nedir diye merak etmek gerek.
Dine belli mesafelerle yakın duran insanların, kendileri her türlü günahı işlese de dine ve din adamına saygıyı eksik etmeyen bu kitlenin hoca algısını resmetmek gerek. Hoca dediklerinde bu insanların zihninde şekillenen insan tipi nasıldır diye merak etmek gerek ama bugüne kadar böyle bir çalışmanın yapıldığı bilinmiyor.
Bu kitlenin hoca algısını resmetmeye çalışalım. Hoca dine hizmet eden, beş vakit namazını kılan ve kıldıran, camiyi temiz tutan, vaktinde açıp kapayan, namazlardan önce vaaz eden, namazlardan sonra aşır (10 ayet miktarında Kur’an) okuyan temiz kalpli, dünya işlerine aklı ermeyen, ahiret işlerinden sorumlu bir kişi.
Bu hoca camide duvara yaslanarak uyuyan kişinin abdesti gider mi gitmez mi sorusuna, kurbanlık alırken hayvanın boynuzu ve kulağı eksik mi tammı olduğuna göre kabul olunup olunmayacağını, kuyuya fare düşerse o kuyunun suyunun kaç kova su çekildikten sonra temiz sayılacağını, şekersiz çiklet çiğnenmesi halinde orucun bozulup bozulmayacağını bilmek ve cemaate anlatan kişidir.
Bu hoca caminin musalla taşına konan her cenaze için namaz kıldırmak ve onu cennete göndermekle mükelleftir. Cenaze yıkamalı, ölülerin ardından belli rakamlarla ifade edilen günlerde mevlid okumalıdır.
Hoca dendiğinde zihinlerine düşen resim bu.
Bir keresinde bir camide cami derneğinden maaşını alan bir genç hoca mahrem-namahrem meselesini anlatıyordu. Baldızın elini sıkmak haramdır dedi. Bunun üzerine caminin ileri gelenlerinden bir kişi ve emekli bir astsubay müdahale ettiler. İleri gidiyorsun hoca dediler.
Hoca özür dilediyse de siz istediğiniz gibi yapmakta serbestsiniz ama dine göre böyle dediyse de işinden olmaktan kurtulamadı.
Yani dine belli mesafelerde yakın duran insanlar bile hayata yönelik, uygulamaya yönelik, gündelik hayatta kullanılmaya uygun şeyler söyleyen hocayı yadırgar.
Hoca konusunun dışında; insanlar kendilerinden çok bilen insanlardan rahatsız olurlar. Hele bir de o kendinden çok bilen, emrinde çalışan biriyse. Büyük bir fikir adamı, tarihçi, Osmanlı, Müslüman bir ağabeyim vardı. Onun yanında çalıştım yıllarca. Yanında çalışan eli kalem tı-utan, ağzı laf yapan, sağlam mantığı olan herkesi MİT’çi, sivil polis yaftasıyla yaftaladı ve reklam etti. Yıllar içinde gördük ki hiç birinde de isabet edememişti. Böylesine büyük bir insanın ya keramet sahibi ya da feraset sahibi olması gerekirdi. Ama yıllar bu büyük ağabeyimin ikisinden de mahrum olduğunu belgeledi.
Hoca meselesine dönersek, bir hatıramdan yola çıkmakta yarar var.
Bediüzaman Said Nursi hazretlerinin en güzide, tahsilli, köy enstitüsü mezunu talebesi rahmetli Mustafa Sungur ağabeyle haftalık Doğuş gazetesinin, Piyerloti sokağındaki idarehanesinde oturuyor ve sohbet ediyorduk. 1985. Turgut Özal iktidarda. Müslümanlar nisbeten daha rahatlar. 163. madde kılıcı inananların boynundan çekilmişti.
Ama sokakta ahlaksızlık son derece hızlı bir şekilde yayılıyor, sokağın rengini, havasını değiştiriyordu. Sokakların ve insanların davranışlarına bakıldığında bu memleket Müslüman çoğunluğun yaşadığı bir memleket görüntüsü vermiyordu. Bunu anlattım Sungur ağabeye. Çok üzüldü.
Ama bu sorun hep vardı Türkiye’de.
Yine bir hatıramı anlatayım.
Gaziantep’te bir ağabeyim vardı. Çadırcılık yapıyordu. Gelene geçene de iman hizmeti veriyordu. Koç gibi yiğit bir uşak geldi. Ayaküstü onunla imani konularda sohbet etti çadırcı Mustafa ağabey. Adam boynunu büktü.
-Söylediğin her şeye vücudumun her zerresiyle katılıyorum, ama üç aydır kiramı ödeyemedim ve işsizim dedi. Söz bitti.
Çaresiz, işsiz yiğit adam gitti. Mustafa ağabey şöyle dedi bana.
İşte mesele bu kardeşim. İş yerlerimiz olmalı. Maddi imkanlarımız olmalı, böylesi muhtaç insanların elinden tutup yaraları sarılmalı dedi. Mesele gayet açık şekilde ortadaydı. İmana ve İslam’a hizmet etmek için para, iş yeri, öğrenci yurdu, misafirhane, şirket, yayın organı, hayata dair ne varsa hepsi de gerekliydi.
O yıllarda Hekimoğlu İsmail bir şirket kurmuştu. Müslüman ve Para adlı eserinde bu hatıramdakilere benzer meseleleri anlatıyordu.
İzmir’de 70’li yıllardan beri vaaz veren bir hoca da ağlayarak, sızlayarak, Müslümanlara bu meseleleri anlatıyordu. Abdesti bozan durumları, orucu bozan halleri, suyun nasıl temiz sayılacağını anlatmak yerine Müslümanlara hayata dair görüşler anlatıyordu.
Tamam ama milletimizin hoca algısına tersti bu adam. Bir hoca nasıl bu kadar hayatla iç içe olabilir canım. Bu işte bir iş var. Acaba bu kimin adamı, acaba hangi istihbaratın elemanı? Aptalca sorular, şüpheler, istifhamlar. Mesele şudur. Bu hoca dine belli mesafelerde yakın duran ümmetin hoca algısına tersti.
Algının yanlış olabileceğini hiç kimse düşünmüyordu. İran gerçeğine rağmen. Hayatı kavrayan, hayata dair meselelerde ışık saçan bir hocanın etrafında aynı acıları yaşamış, aynı ihtiyacı görmüş insanlar halka halka genişlediler. Herkes kendi hayat tarzına göre, mesleki becerilerine göre her alanda etkili olmaya çalıştılar. Şirketler kuruldu, işçi tabanlı bir yapı sağlandı. Sokakta Müslümanlık görünür hale geldi. Bu büyüdü ve devasa bir kitle oluşturdu. Nüfus oluşturdu. Yetenekli, tahsilli, dayanışma içindeki insanlar iş hayatında da, devlette de görev ve yetki sahibi oldular. Gidip başka bir devlette çalışacak halleri yoktu. Kendi devletlerinde memur oldular, bürokrat oldular. Bunun gün olup ayıplanacağını nereden bilsinler.
Böyle hoca olur mu canım. İnsanları teşkilatlandırıyor, cesaretlendiriyor, hayra, başarıya teşvik ediyor. Siyasetçi değil. Halbuki biz siyasetçiyiz. Topluma yön vermek bizden sorulur. Kim iş adamı olacak, kim memur, kim amir olacak buna siyasetçi karar verir. Madem toplumu böyle yönlendiriyor o halde parti kursun yarışalım.
Siyasetçi böyledir. Devlet onun babasının, vatan onun babasının, vatandaş onun babasınındır. Parti kurup kurmayacağınızı bile o söyleyebilir. Hele siyaset bir de İslam’ı araç olarak kullanıyor ve adı Siyasal İslamsa yandınız. Kimin cennete gireceği bile o nadanların tekelindedir.
Geleneksel çizgiye sığmayan, hayatı kavrayan, gündelik hayatta İslam ve iman rengini hakim kılan, dünyayı, dünya devletlerini bilen, uygulanabilir fikirleri olan bir hoca olsa olsa ya CİA ya da MOSSAD emrinde olabilir. Yoksa bir Türk, bir Müslüman mümkün değil bu özellikleri taşıyamaz aşağılık duygusundan kurtulmak lazım.