Okulun ilk haftasıydı. Yesevi geleneklerinden olan “alt dönemlere yardımın”, “bilgilendirme” safhasını yaşıyorduk. Fakültenin bahçesinde otlayan tek hörgüçlü iki devenin yarattığı şaşkınlıktan daha şaşırtıcıydı; “ekoloji hocanız Türklerden nefret ediyor, aman ha suyuna gidin” gibi bir cümleyi işitmek. Ömrümde ilk defa canlı canlı deve gördüğüm Kazakistan’da, bu duruma şaşırmak yerine karşı karşıya kaldığım Türk düşmanlığına şaşırmıştım. İnanılmaz can sıkıcıydı. Daha da can sıkıcı olan şeyse; bu durumun kabullenilmiş olmasıydı.

Sindirmemin tembihlendiği bir gerçek vardı; ekoloji dersimize giren hanımefendi ciddi anlamda Türkleri sevmiyor, fırsat buldukça bizlere kötü davranıyordu! Sabretmenin oldukça güç olduğu “karşılıksız nefret” bazen çaktırmadan, bazen de alenen geriyordu hepimizi… Hayatta herkesin bir görevi olduğuna inandığımdan, hoca hanımın fikirlerini değiştirme sorumluluğunu kendi kendime yükledim. Tastamam bir hafta süren “eylem planı geliştirme ve karar verme” döneminden sonra, tek kişilik ve çok gizli bir operasyona başladım. Hocamız bizleri sevmeliydi. Sevmese bile, nefret etmemeliydi.                                                                                                                                          

Yirmi küsür kişinin bulunduğu sınıfımda, Türk Dünyası’nın çeşitli yörelerinden arkadaşlar vardı. Kazakistan’dan, Özbekistan’dan, Çin’den, Sibirya’dan, Makedonya’dan… Çok gizli operasyonum için hepsini özenle örgütledim. Onları ikna etmek pek kolay olmadı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan arkadaşlara hiç bulaşmadım ama. “Malum, birbirimize köstek olma hususunda oldukça mahir bir milletiz…”

Planımın özü şuydu; “seni sevmeyene yakın ol!”

Elimden geldiğince planıma sadık olmaya çalıştım. Derslere “hocama sarılarak” başladım. Kırk yıllık hasretlik gibi içtenlikle sarıldım her seferinde. Planımın içeriğine tam olarak vakıf olmayan, ne yaptığımı kesinlikle kestiremeyen, bin bir rica üzerine beni kırmayıp planıma riayet eden sınıf arkadaşlarım da patlattılar alkışları hocaya her sarıldığımda. Ben sarıldıkça alkışladılar. Ben sarıldıkça, “Türkler çok iyi insanlar” dediler. “Biz Türkleri çok severiz” diye tezahürat ettiler. (Bunları elbette ki ben öğrettim onlara) İlk zamanlar “arkadaş ricası” olan bu durum, sonraları devamını arzuladıkları bir eğlenceden ibaret oldu onlar için. Hatta yeni sloganlar buldular; “SİD RE Bİ Zİ TÜRKİYE’YE GÖTÜR!”

Elbette ki, sarılmayla yetinmedim. Hocayı gördüğüm an yanında aldım soluğu. Asla iltifatı eksik etmedim. Bir ara o kadar bıktı ki benden “lütfen bir daha dersime gelme” dedi bana. Gözüne gözükmememin karşılığında dersten geçirmeyi vaadetti. Tahmin edersiniz, kabul etmedim. Kendisini de, dersini de çok sevdiğimi söyledim.                                                            Doğrusunu söylemek gerekirse, yılgınlığa düştüğüm zamanlar oldu. Ara sıra “herkes sevsin, sen sevme be(!)” diye bağırmak istedim yüzüne. Çünkü inattı, Türklerle iletişime kapalıydı ve kalbini kara bir nefret kaplamıştı. Diğer öğrencilere gösterdiği müsamahanın yanında, bizlere karşı takındığı tahammülsüz tavır asabımı bozuyordu. Fakat emeksiz yemek olmuyor. Evden çok uzaklarda mücadele etmeye çabalarken kalp kırıklıklarının da bir önemi kalmıyor. Bu sebeple, hocanın insanı üzecek her türlü davranışını görmezden gelip, aldığım karara sıkıca tutunmayı tercih ettim.                                                                                                                         İşin sonunda hoca hanım kırdı inadını. Kendisine sarıldığımda yüzünü ekşitmekten vazgeçti zamanla. Tebessüm etmeye başladı. Ara sıra sırtımı sıvazladı. Gittikçe çıtası yükseldi muhabbetimizin. Karşılıklı sohbetten tutun, okuldaki bir sıkıntımın giderilmesi için başka bir hocayla görüşmesine kadar uzandı ilişkimiz. Böylelikle tek kişilik ve çok gizli operasyonumu başarıyla tamamladım. Fakat bitmedi hikâyelerimiz…

Dipçe; Bütün çabalarımın nihayetinde hoca hanım bizleri sevdi, nefreti bitti diyemem. Ama önyargısının yerle yeksan olduğunu söyleyebilirim. Sizler merak ettiniz mi bilemiyorum. Ben hocamın nefret kaynağını çok merak etmiştim. Öğrendiğime göre, yakışıklı ağabeylerimizden biri kalbini hançerlemiş vaktiyle. Şaşırmadım. Birinin bozduğunu, başka biri onaracak neticede. Hayat böyle.