Vatanî hizmetimi ifa için gittiğim İzmir Bornova'daki 57. Topçu Tugay'ında, Orta büyüklükte, minaresi, san'at eseri şadrıvanı olan mükemmel bir cami vardı. Cami'i de benden önce vazife yapan imam Abdullah Köşe (kendileri aynı zamanda hemşehrim de olurdu) terhisi yakın olduğu için benim burada vazifelendirilmem için alâkalılarla görüştü. O zaman Yüzbaşılık rütbesindeki Mustafa Karadeniz, Üstteğmenlik rütbesinde olan Vahit Bozatlı'nın büyük gayretleriyle, henüz Temel Piyâde Eğitimini bile tamamlamadan Tugay Komutanı, o zamanki rütbesiyle Tuğgeneral, Ali Sait Özcivril tarafından resmî bir yazı ile "TUGAY İMAMI" olarak vazifelendirildim. (Ali Sait Paşa, daha sonra Orgeneralliğe kadar terfi ettirilmiş, Ege Ordusu Komutanlığı vazifesinde bulunmuştur. Emekli olduktan sonra T.H.Y. Yönetim Kurulu Başkanlığı da yapmıştır.)
Tugay İmamlığım vazifem sırasında, Tuğgeneral Alp Ölmez, -kurmay olmadığı halde Topçu sınıfından generalliğe terfî etmiştir- Tuğgeneral İsmail Hakkı Akansel -daha sonraları Orgeneralliğe kadar yükselmiş olup, 12 Eylül İhtilalinden sonra bir müddet İstanbul Belediye Başkanlığı da yapmıştır- ile de çalıştım. Her üç komutan ile de yâdı cihâne değer hâtırâtım vardır. Tugay'daki bu şirin ve mükemmel Cami'in Bânisi, Albay Halil İyibil Bey, tâyinen Çorlu'ya gitmişti, ama, evi, ailesi hâlâ Bornova'da idi. Her fırsatta Bornova'ya geliyor, Cami'i de ziyaret ediyor, kendisiyle uzun sohbetlerde bulunuyorduk. Albay Halil İyibil, Merhum, Hüseyin Hilmi Işık Efendi'nin seveni ve hürmekârlarındandı. Bu sebeple Cami'in kütüphânesine Hüseyin Hilmi Işık Efendiye ait, Saadet-i Ebediyye, Kıyâmet ve Ahiret gibi eserlerini koydurmuş ve demirbaş defterine kaydettirmişti.
Beş vakit namaz kılan Astsubaylar arasında Ömer Balıkçı isminde bir Üstçavuş vardı, sorulardan ve sohbet sırasındaki müdâhalelerden kendisinin bu câmia'dan olduğu anlaşılıyordu. Zaman zaman, cami'in içindeki halıların altına küçük risâlelerin bırakıldığını tespit ettim.
Bu risâlelerin, hatta, Bâbıâlîde Sabah, Bugün, Yeni İstiklâl, İttihad gibi günlük, haftalık, aylık süreli yayınların Askerî Garnizonlara sokulması kesinlikle yasaklanmıştı ve çok sıkı bir şekilde tâkip edilmekteydi. Fakat, Tugay Komutanı'nın, "Tugay Cami'i İmamının vâki talepleri derhal yerine getirilecektir," tâlimatı üzerine, Kantin astsubayı, talebimiz üzerine Cumartesi-Pazar hariç, hergün isteklerimizi eksiksiz olarak getiriyordu. Her gün 50 adet Bugün, 50 adet Bâbıâlîde Sabah gazetesi getiriyor, bedeli tarafımızdan ödeniyordu. Siparişini verdiğimiz kitaplar, kimin yazdığına ne tür kitap olduğuna bakılmaksızın alınıyor, (kantinin döner sermâyesinden) teslim-tesellüm zaptı ile tarafımıza teslim ediliyor, Cami'in Demirbaş defterine kayıtlı cami kütüphanesine konuluyordu.
Cami halılarının altına bırakılan risâlelerin Ömer Balıkçı tarafından bırakıldığını tesbit ettim. Kendisine, "Ömer Bey, bildiğiniz gibi bu risâlelerin askeri garnizonlara sokulması kesinlikle yasaktır, bundan böyle sakın ola da halıların altına risâle bırakma, ayrıca erata da bu risâlelerden verme; hem kendi başını hem de o arkadaşlarımızın başını belâya sokarsın, eğer istiyorsan, bulundurulmasını istediğin risâlelerin bir listesini, nerelerden te'min edileceğini, adreslerini bana ver, Kantin Astsubayına aldırayım, Cami demirbaş defterine kaydedeyim, cami kütüphanesine koydurayım, siz ve diğer okumak isteyenler camide bu risâleleri rahatlıkla okuyabilirsiniz" dedim. Ne var ki, ne risâle listesi ne de adres verdi.
Bir müddet sonra mûtad aramalarda, acemi erlerden bir kaçının çantasında bu risâlelerden ve Arapça yazılmış defterler bulunmuş, zabıt tutularak bu erler Tugay Mahkemesine sevkedilmişlerdi. Burada sorgularında ısrarla risâlelerini, cami imamı olarak benim verip-vermediğim, sorulmuş, öyle ya! Bu erler henüz yemin etmedikleri için çarşı iznine çıkmıyorlar, olsa-olsa rahatlıkla dışarıya çıkabilen ve bilen biri vermiş olabilir ve bu isim de, pek tabiî olarak cami'in imamıdır, diye düşünülmüş olmalıdır. Biraz daha sıkıştırınca erler, risâlelerin Astsubay Üstçavuş Ömer Balıkçı tarafından kendilerine verildiğini itiraf etmişler, Ömer Balıkçı da küçücük Tugay Hapishânesinde erlerin yanına konulmuştu.
Tugay'ın Mahkeme Başkanı, Topçu Yarbay olan bir zat idi, Hâkim de Afyon'lu, sivil hayatta Avukatlık yapan, Yedeksubay Teğmen Veli Arabacı...
Mahkeme Başkanı olan Yarbay, beş vakit namazını kılan bir zat idi. Namaz vakitlerinin dışında cami'ide tek başına kaza namazlarını öylesine huşû içinde kılıyordu ki, zaman zaman, kendisinden geçmiş, dünya ile bütün irtibatını kesmiş bir vaziyette bulurdum."
Mahkeme Başkanı Yarbay'a; Yarbayım, izin verirseniz, bendeniz bu risâleleri ve not defterlerini bir inceleyim; bir iki gün içinde inceledim, risâleler hakkında herhangi bir şey söylemedim, yazmadım. Fakat, defterlerin tamamını tercüme edip Yarbaya iade ettim. Siirt'li olan erlerin anadilleri Türkçe idi, bu defterleri bir nevî günlük gibi tutmuşlar, Arapça olarak; eğitim yaptık, çavuş beni döğdü, bugün bana falancadan mektup geldi; gibi ciddî hiçbir şey ifade etmeyen erlerin kültürü seviyesinde günlük konuşmalar...
Yarbay'a, iç âlemindeki bildiğim, şâhid olduğum, manevî olgunluğu da öne çıkaran bir ima ile, "Yarbayım, bunlar önemli şeyler değil, üstelik, Zâtıâliniz gibi bir Mahkeme Başkanının Başkanı olduğu bir mahkeme, bu zavallı insanları bu basit şeyler için muahaze etmez, bunlara aslâ ceza vermez" dediğimde; gerçekten beni şaşırtan, hayretlere düşüren şu cevabı verdi. "Bilakis, Ben, dinim, imanım, vicdanım, insafım ve manevî mes'uliyyetimin icabı bunlarla uğraşıyorum,bundan sonra da uğraşmaya devam edeceğim. Zirâ, Bunlar, bu risâleleri Kur'ân-ı Kerim'in yerine ikâme etmeye çalışıyorlar, Kur'ân-ı okumayı öğrenmiyor, Kur'ân-ı okumuyorlar, bu devirde herşey, Kur'ân da, Kur'ân'ın tefsiri de bu risâlelerdir" diyorlar. İşte ben bunun için, dinim, imanım, vicdanım ve manevî mes'uliyetim gereği bunlarla mücadele ediyorum." demişti. Şimdi Muhterem okuyucular, bu ilk yazıdaki bu bölüme mutlakâ bir mim, işaret koyunuz, çünkü gelecek bölümlerde sık sık, Yarbay'ın 38 sene önce bir suale karşı verdiği bu cevaba atıflar yapılacaktır...
(Devam edecek.)