Özellikle “Büyük Devlet” sıfatlarına haiz, ülkelerin idarecileri, dış görünüm olarak yenilmez imajını her ne kadar verirse versin, nihayet acımasız bir fırtınanın girdabına kapılıp gider...

Nitekim, Cihan tarihinde bunun misalleri bir çoktur!...

İşte “Ali Suavi”nin bizzat tezgâhladığı meşhur “ÇIRAĞAN VAK’ASI”. Bu inancımızda nasıl haklı olduğumuzu açıklıkla göstermektedir!...

Ali Suâvi, resmi mekteplerde ve Cami Dershanelerinde okuyarak yetişmiş: “Bursa, Simav ve Filibe’de Öğremenlik yaptı.” Sofya-Filibe’de Devlet memurluklarında bulundu. İstanbul’da (Filip Efendi)nin çıkardığı “MUHBİR GAZETESİ”nde makaleler yazdı ve ayrıca verdiği vaazlarıyla kısa zamanda şöhret yaptı.

Daha sonra ise, Mısır Valisi, İsmail Paşa aleyhine bir makale yazınca; mezkûr Gazete kapatıldı ve kendisi de Kastamonu’ya sürüldü. Suavi’nin atılgan ve ces’ur kalemini pek beğenen Mustafa Fazıl Paşa’nın davetiyle, bir yolunu bulup, Paris’e kaçtı. Fransa’nın Baş-Kenti Paris’te; “Namık Kemâl ve Ziya Paşa” gibi ünlü şahsiyetlerle tanışabilme imkânı buldu ve bu meyanda onlarla birlikte, Londra’da İngiltere “MUHBİR GAZETESİ”ni tekrar neşretmeye başladı. Suavi’nin hedef aldığı, Sultan Abd-ül-Aziz Hân idi ve yönetimine karşı (1867-1868) neşriyatını şiddetli şekilde sürdürmekteydi...

YENİ OSMANLILAR” grubunun, bazı üyeleriyle arası açılan, Mustafa Fazıl Paşa’nın, mezkûr yardımı keserek, derhal İstanbul’a dönmesinden sonra, kendisini “büyük devrimci” kabul eden Suavi, 1869’da tekrar Paris’e dönerek orada tekrar Gazete neşrine girişti.

1876’da II.Abd-ül-Hamid Hân’ın Osmanlı Tahtına yükselmesiyle, maceraperest Suavi, İstanbul’a döndü ve Devlete karşı olan muhalefetini de kesti.

Bunun asıl sebebi, Suâvi’nin fikirlerinin tecridi şekilde değer kazanmaya başlamasından doğmaktaydı. Yani, münevverlerimiz arasında onun fikirleri üzerinde sadece düşünmek de değil, aynı zamanda benimseyenler de vardı.

Ancak, bu münevverlerimizin dikkatlerinden kaçan veya görmezlikten gelinen bazı nüanslar var ki, üzerlerinde hassasiyetle durulması elzemdir!...

Zira, bu “Sarıklı Devrimci”nin benimsediği, daha doğrusu ideâl edindiği fikir ve görüşleri; karmaşıktır ve reformdan ziyade “İhtilâl Hareketi” koktuğu, dikkat edildiği zaman kesin şekilde anlaşılır!...

Çünkü, hemen her sahada islâhat hareketine girişmek: Asırlardır süregelen, “İnanç ve adetleri bir çırpıda değiştirmeye kalkışmak”, reform değil, İhtilâl hareketi demektir ki sonu ne şekilde neticelenir, ne kadar kan akarsa, bunu kestirmeye kalkışmak dahi, insanın tüylerini ürpertir!...

İslâm Medeniyetine, Batı Medeniyeti’nden katkıda bulunabilmek fikri, doğrudan abesle iştigal etmekten farksız olur. Çünkü, Batı Dünyası’nın medeni yapısı; “Roma-Yunan ve Hıristiyanlık” akideleri üzerine kuruludur ve bu üçlü temel; muhakkak ki, münevver bir medeniyeti temsil etmektedir. Ve lâkin, bu durum İslâmi Medeniyet anlayışıyla kattiyen bağdaşmaz.

Zira bu her iki cenah da ayrı, ayrı akidelerin temsilcileridir ve her ikisinin de kendine has özellikleri vardır ve bu özelliklerinden bir tekini dahi yitirecek olursa; koca Piramit çöker gider!...

Dolayısıyla herhangi bir ülkedeki medeniyetin, bazı açılardan reforma tabi tutulması önemli görülüyorsa, bu işlemde esas alınan; mevzubahis ülkenin medeniyet yapısını esas almak ve o akide üzerinde reform hareketine girişmek, en akılcı çalışma olacaktır!...

Bunun aksini tatbik ise: intihardan farksız olur. Zira: “Melezleşmiş bir Medeniyet”, her iki taraftan da çok şey alıp götürür.

O hâlde, reform ihtiyacı hissedilen ülkelerde: Ülke tarihi ile halkının örf ve ananesini temel almak elzemdir. Daha doğrusu böyle bir işlem: “Ustura’nın keskin ağzında yürümeye benzer!”

Özetle, İslâm ve Hıristiyanlık ayrı, ayrı medeniyetlerdir. Gerçi inandıkları yaratıcı aynı Allah’dır ve yek diğerine benzer tarafları da vardır. Lâkin şu husus bilhassa unutulmamalıdır ki: (İslâmiyet ve Hıristiyan’lık, kendi öz bütünlükleri içinde kıymet ifade ederler. Aksi, taktirde bir başka medeniyetin potasında eriyip, gitmeye mahkûm olurlar!..)

Ali Suâvi’nin, “Türk medeniyeti”nin, Cihan tarihi içindeki yeri üzerinde durması ve “Türkçülük hareketi’nin öncülerinden olması” tabiiki taktire şayan bir özelliktir.

Ancak, böylesine değerli bir ideali en âlâ şekilde uygulamak, “Irkçılık cereyanların” dışında tutarak, hemen her vatandaşça benimsenmesini sağlamak elzemdi. Velâkin, öyle olmamış, “Irk ayırımı” birinci plâna alınmıştı...

Bu sakat inanç’ı benimseyen, “Jön-Türk ve İttihatçı hareket” yanlış üzerine yanlış yaparak bocalayıp durmuştur ki, mezkûr hareketin enteresanlığı kadar, hazin olan tarafı şudur:

İmparatorluk topraklarında yaşayan “Gayr-i İslâm Kavimleri” hor görerek, vatandaş dahi saymazken, diğer taraftan Avrupa ülkelerinin kültürüne teslim olurcasına, kendi medeniyetlerini görmezden gelmişler ve böylece, tam manada basiretsizlik batağına saplanarak; muhteşem bir İmparatorluğu Cihan tarihinin tozlu sahifelerine, gömülmesine sebep olmuşlardır...

Sarıklı ihtilâlci Suâvi, Türk alfabesi üzerinde de durmuş: (Alfabe probleminin bir din problemi olmadığını ve gerekirse, değiştirilebilir.) iddiasını ileri sürmüş ve ayrıca: Arapça, Farsça türetilmiş karma bilim terimleri yerine, Batı Medeniyeti’nin ortak terim sistemiminin uygulanabileceğini savunmuştur.

Öncelikle “Genç Osmanlılar” hareketiyle başlatılan ve daha sonra, sistemli bir gidişle dozu arttırılan tenkitler, bilhassa “eski yazı” üzerinde yoğunluk kazanmış: “karmacık, kurmacık” yakıştırmalarla, her daim tenkit edilmiş: “Okuyup, yazabilmenin son derece zor olduğu” iddiası üzerinde ısrarla durulmuştur!... Bu iddia doğru da olabilir, yanlış da? Biz, bu husus üzerinde durmayacağız.

Zira “dilcilik dalında” ihtisasımız olmadığı gibi, böylesi bir iddiamız da asla olmamıştır. Ancak, bu noktada bir başka faktör daha var ki, ister istemez insanı düşündürmektedir!...

Meselâ, günümüz dünyasında (13 Haziran 2015) birer süper güç durumunda bulunan (JAPONYA VE ÇİN) nasıl oluyor da o karmaşık yazı sistemleriyle, hem de “Latin alfabesine” lüzum duymadan böylesine bir başarıya imzalarını basabilmişler. Hem de örf ve ananelerinden bir nebze olsun taviz vermeden?!..

Evet bu nokta gerçekten düşündürücüdür hem de derin, derin!...

Gelelim Ali Suâvi’ye. Kendince haklı ve doğru bulup, ideal edindiği unsuru, hayata geçirebilmesi için, şu üç maddeyi esas alması elzemdi ki, Osmanlı’yı bitirmek açısından bu yeter de artardı bile:

1-: “İslâm Medeniyetindeki aksaklıklar, Batı Medeniyeti’nden alıntılarla gidirilecekti.”

2-: “Alfabe değiştirilecek ve Batı’nın ortak terim sistemine göre yapılandırılacaktı.”

3-: “Halifelik makamı lağvedilecek ve Padişah’ın yetkileri külliyen kısıtlanacaktı.”

Yukarıda üç maddede belirtilen sözde reform işlemi, şayet uygulanacak olursa, bilhassa İngiltere ziyade kârlı çıkacaktı. Çünkü, işleme konduğu an, “Osmanlı İmparatorluğu’nun sonu gelmiş demekti... Zira, sözde reforma konmuş maddeler İmparatorluğun en hayati unsurlarıydı ve İmparatorluğun temelinden bir de değil, üç taş birden sökülmüş olacaktı ki, koca İmparatorluğun böylece yıkılması işten dahi değildi...

Ne yazık ki, kademeli şekilde uygulanabilmiş ve koca Çınar; budana, budana: “Beş milyon km. kare olan, Osmanlı-Türk İmparatorluğu toprakları; Yedi-Yüz-Seksen-Bin km. kareye inecekti”.

Bu uğursuz işlem, nasıl gerçekleşmiştir denecek olursa? Cevap şu hazin tespit olacaktır: (Ali Suâvi’den, Mithat Paşa’ya varıncaya kadar; hemen her kanca takılan Osmanlı münevveri, Batı dünyası tarafından birer piyon olarak değerlendirilmiş ve bu görüş zaviyesinde değerlendirilerek; kendilerine hiç hissetirilmeden, akla gelmedik iblisane metotlarla kendi Devletlerine karşı kullanılmış ve işleri bitince de, suyu sıkılmış limon çöpü gibi, atılmışlardır..).

Türkçülük, Türklüğü siyasi inancında temel alan, Sarıklı İhtilâlcı Ali Suâvi, ne hikmeti var ise bir Türk hatunu yerine, İngiliz ajansı mürebbiye Miss, Marie ile evlenmiş ve kısa zamanda Suâvî’ye tamamen hâkim olabilen bu casus kadın; Sarıklı İhtilâlci’nin aklını çelerek; İngilizlerin arzu ettikleri şekilde son derece tehlikeli fikirler enjekte etmiş ve görevi başarı ile son bulduktan sonra Suâvî’yi terk ederek, Beyoğlu’nda bir Ermeni Tüccar’ın (adı meçhul?) koynuna girmiş ve bu seferde de, mezkûr Tüccarın sayesinde Osmanlı Ermenileri ileri gelenlerini, fikren zehirlemeye koyulmuştur...

Yukarıda kayda geçilen trajik vak’aların ana kaynağı: “Joan Haslip’in” (II.Abdülhamid) adlı eseridir. Ancak, vak’alar zincirini en ala şekilde değerlendirip, sıkı bir incelemeye tabi tutulması elzemdir.

Gelelim Suâvî”nin “ÇIRAĞAN VAK’ASINA.”

Batı Emperyalistlerinin 1878’lerde şaşmaz lideri konumundaki İngiltere’nin, Osmanlı Devletinden iki isteği mevcuttu. Ve tamamen gizli tuttuğu bu isteği ise özetle şuydu:

1-: “Osmanlı-Türk İmparatorluğu’nun çöküşü ile “Orta-Doğu Petrolü ile İslâm dünyasını külliyen ele geçirebilmek.”

2-: “Osmanlı topraklarına dahil konumundaki “Filistin”i ele geçirerek; orada bir “İsrail Devleti” kurmak ve böylece (Siyonistlerin) de gönlünü alıp, Cihan Yahudileri’nden de destek ve yardım görebilmek.”

<devam edecek>