Bizler, bir takım kulak dolması safsataların inancı içinde, dünya hadiselerini kendimizce değerlendirerek, olmadık sonuçların kurbanı olmaktan bir türlü kurtulabilmiş değiliz ve bu sebeple, Devletler arası münasebetlerde olumlu görüşlerimiz olmamakta ve her adım, yabancı Devletlerle olan münasebetlerimiz, onların çıkarlarına uygun düşmektedir.
Nitekim hayranlık duygularımızı dahi kontrol edememekteyiz!... Vatan Şairi olarak değerlendirdiğimiz “Namık Kemal”in, Enver Paşa’nın Alman İmparatoru önünde saygı ile esas duruşa geçmesine karşı, bizim Padişahımız huzurunda ise aynı saygıyı, usulen göstermesi, o elemli yıllarda çekilen fotoğrafların ve tarihi vesikaların tanıklığı ile görmekteyiz!
1940’lı yıllarda Fransız hayranlığı, Sinema dünyamızı sarmış, 1950’lerde ise ABD Filmciliği Türkiye’yi tamamen tesiri altına almış ve insanlarımız, bilhassa Kovboy ve Gangster yapımlarının tesirleri altında, kendilerine has bir ABD düşünmekte, hayallerinde şekillendirdikleri bir Amerika düşlendirmekteydiler ki, hâlâ değişim bir şey yoktur.
Dahası, bizdeki Sinema dünyası, daha da ileri giderek, “Vahşi Batı” örneğini ele alarak Kovboy filmleri, daha sonra Dragula ve Kızıl Maske gibi fantezilerle Amerikan sinemasını taklit ederken bu sefer de (seks filmleriyle) Dünya sinemasnın mor yapımına ortak koştu ki, bu da onun sonu oldu. Zira halkımız bu çirkin yapımlara hiçbir şekilde iltifat etmedi.
Evet etmedi ama, bu sefer de TV’nin esiri olarak, temaşa hürriyetini elinden kaçırdı ve TV’nin tutsağı olup kaldı. Şöyle ki; gerçi “TV-Dizileri ayrı, ayrı senaryolar seçmekteydi lâkin ana tema hemen, hemen aynı idi ve ayrıca; “aşırı reklam” sebebiyle “reklam arası” Dizi seyretmeye çalışmakta ve böylece Kanal, kanal dolaşmaya mecbur kalınmaktaydı ki, günümüzde bu durum da değişmiş; Kanalların çoğunluğu birlikte “Reklam saati” uygulamaya başlamışlardır.
Keza, reklamların ekseriyetinde yer alan: “Pizza, Sosisli-Sandviç, Salam, Sucuk, Pastırma, Beyaz ve kaşar Peynirleri”, “Pasta, Kek Kurabiye vs.” bütün bu nefis yiyeceklerin reklamı; allandırıla ballandırıla görüntülü olarak yapılmaktadır ki; bu konuda onbinlerce fukara çocuğunun, bu saydıklarımıza ne derece hasret çektiklerini acaba hiç düşünenleri var mı?... Dahası, eminiz ki, bir çoğu tadına dahi bakabilmiş değildir!...
TV’lerin “Haber saatlerinde”; günün önemli haberlerini vermek yerine, “Haber-Magazin” arası karma bir program meydana getirmek ise, adeta, alışkanlık halini almıştır!...
Dizi-Filmlerin hemen hepsinde de; “Gaddar Zengin, tedavisi pek müşkül olan bir hastalık, Yoğun-Bakım ünitesi, Cinayet, Hapishane, Mezarlık vs.” nevinden temalar işlenmekte ve ayrıca muhtelif işkence usullleri mezkûr dizilerde yer almaktadır.
Bu saydıklarımız hangi ülke olursa olsun. Günlük olarak hemen her gün yayınlanınca, o ülkede “ruhi hastalıkların” zaman içinde zuhur etmemesi, açıkça mucize sayılır ki, böylesi harikalar yaratan bir ülkenin varlığı zaten mevcut değildir.
Hal böyle iken kalkmış; “Magandalardan, şehir canavarlarından” dem vurmaktayız?!...
Zaman içinde öylesine dejenere olmuşuz ki, “Millî Harslarımıza dahi” ancak bir çıkarımız mevzubahis ise sahip çıkmakta, aksi taktirde: “Her meselenin muhasebesi bana mı kaldı!...” diyerek böylesi hayati meselelerde dahi, ferdi çıkarımız olmadı mı, uzak kalmakta, kendimiz açısından, susmayı tercih etmekteyiz!...
TV-Haber programından öğrendiğimize göre; “Genç Kızlarımız” yolda veya herhangi bir mahalde taciz yollu saldırıya maruz kalınca; anında saldırganı etkisiz hale sokabilecek, dersleri almaktaymışlar.
Bu iyi de, Kızlarımızın ve hepimizin saldırılar karşısında, müdafaa edilmesinden sorumlu olan aziz Devletimizin kolluk mercileri değil midir?... Milletimizin, ferden kendisini müdafaa etmeye mecbur kalması, devlet bütünlüğümüzün, zaafiyet içinde olduğunu belirtir ki, çok şükür böylesi bir ortam içinde değiliz. O hâlde, bu gibi tedbirlere ne lüzum var?.. Böylesi durumlar insanların kendi Devletlerine olan güvenini sarsmaz mı?...
Bizce, asıl istenen de budur ve ilk bakışta masum bir istek olarak görünmesine rağmen. Aslında büyük bir menfi projenin bir halkası olduğundan hiç mi hiç şüphemiz yoktur!..
Bizim ülkemiz insanının yabancı hayranlığının altında da böylesi bir iblislik unsuru yatmaktadır dersek, herhâlde hata işlemiş olmayız!...
Devletimizin her alanında idari mekanizması konumundaki Hükûmetler, muhalefet Partilerine karşı son derece öfkeli olmalarına rağmen, mesele “iç düşman” gözüyle değerlendirilen “Azınlıklar” söz konusu oldu mu, hiç mi hiç şüpheye mahal bırakmadan, adeta söz birliği etmişçesine tek bir fikir etrafında birleşmektedirler: “Bilhassa Ermeniler” bir şekilde ülke dışına itilmelidirler görüşü, benimsenmektedir. 
Niçin Ermeni! Diye sorulduğunda da, onlar bizim vatanımızı elimizden almaya kalktılar vs. Hemen sıralanmaya başlar... Böylesi mor görüşlerde; “Anadolu insanımızı” öz vatanlarından etmeye kalkışmış bir düzine Devlet’ten, tekinin dahi adı anılmazken, adeta temcit pilavı misali “Ermeni adının tekrarlanması.” Haliyle, insanı derin, derin düşündürmektedir!...
Yıllarca da değil. Asırlarca bizlere gerçek dost ve gerçek düşman öğretilmiş oludğu için. Bizleri bu hususta avlamak gayet kolay olmaktadır!...
Koca Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasında; Paşaların, Parlamenterlerin, Tarihçilerin, Vak’a-Nüvislerin vs. hemen hepsinin de kendi imkân ve düşünceleri çapında katkıları olmuştur. İstense de, istenmese de bu bir gerçektir. Yani, el birliği ile muhteşem bir İmparatorluk, hiç acınmadan sükut ettirilebilmiştir. Niçin hiç acınmadan deniyor?.. deniyor çünkü, bizim, kendimizi bir yana itip, Batı dünyasının parlak ışıklarına kanarak, kendi özelliklerimizi göremez hâle düşmemizden dolayı, böylesi sahte ışıkların göz kamaştırıcı büyüsüne kapılmamızdan dolayı böylesi aldatıcı pırıltılara kapılıp, gitmişiz...
Gazi Hazretleri’ni bahane ederek; kendi inandırmak istediklerini Gazi Hazretleri’nin tavsiyeleri imiş gibi gösterip, bizleri kandıran iblis ruhlu kimseler. Böylece, bizleri gafil avlamış, arzu ettikleri yola sürükleyebilmişlerdir. Çünkü, bizlere pek kötü bir alışkanlık aşılamışlardı: “Zihin tembelliği” ve bu sebeple, okumayı terk ederek, başkaların söylediklerine harfiyen inanmaya hazır bir toplum olup çıkmışız.”
Milletleri tanıyabilme, izledikleri siyasi çizgiyi kısmen olsun anlayabilme imkanından mahrum olduğumuzun da büyük rolü olmuştur ki, bu kusurumuzun herhangi bir devletin telkinleriyle alakalı hiçbir bağı yoktur. Yani doğrudan kendi yanlışımızdır. Nedir bu Yanlış? Özetle şudur; Dünyevi meselelere baktığımız zaman, sadece İslâmi açıdan değerlendirmekte, başka milletlerin, başka inançların varlığını tamamen dışlamaktayız.
Aslında bu yanlışımız, bir kusurdan ziyade, hayati bir hata olarak bizleri siyaset dünyasının karmaşık varlığı içinde, bir takım problemlerle karşı karşıya bırakmaktadır!...
ALİ SUAVİ VEYA ÇIRAĞAN VAK’ASI (1878)
Tarihimize, “ÇIRAĞAN VAK’ASI” adıyla geçen malûm vak’a. Bizim iddiamızın en bariz misali olan tipik bir “İhtilâl Hadisesi”dir.
Çırağan hadisesi; II. Abd-ül-Hamit Hân’ı tahtından indirip, yerine V. Murat Hân’ı geçirebilmek gayesiyle tertiplenmiş, küçük bir İhtilâl hareketidir. Mevzubahis hareketin baş aktörü de ünlü siyaset adamı Ali Suavi’dir. Osmanlı tarihinde kendine has bir yeri olan Suavi, 1839 yılı, Şeker Bayramı’nda, İstanbul’un Cerrah-Paşa semtinde mütevazı bir evde dünyaya gelmiş ve zaman içinde Osmanlı Siyaset alemi içinde kendine has bir yer bulabilmiş ve böylece Osmanlı’nın yakın tarihinde, maceralı bir İhtilal hareketi’nin öncüsü olarak, trajik bir sonla hayatında olmuştur.
Elimizdeki kaynaklar Suavi’nin babası Hüseyin Ağa’nın gayet namuslu, yuvasına son derece bağlı bir fert olarak İstanbul’a göç etmiş bir Anadolu insanı olup, okuma-yazmadan yoksun olmakla birlikte, zevcesinden bir nebze de olsa okuyup, yazmayı öğrenerek, kendince anlayabileceği kitaplar bulurak çat, pat okumaya başlamış ve son derece imrenerek baktığı yüksek tahsil gençlerini gördüğünde, küçük Ali’sinin de bir gün onlar gibi yüksek okullarda okuyup, büyük mevkilere yükselebileceği hayalleri ile Hz. Allah’a dua edermiş.
Ali Suavi’ye gelince, aile seceresini özetle şöyle belirtmektedir:
(-: Ecdadım Anadolu’da (Viranşehir) toprağından ve Ulebadan imiş. Yalnız Pederim ki, İstanbul’da Şehirli validem ile evlenmiş, esnaf efradında yer almış; okuma-yazma ve matematik gibi hayati derecede öğrenim ihtiyacını cüz’i olarak refikasından öğrenmiştir.) 
Ali Suavi; resmi mekteplerde ve Cami Dershanelerinde okuyarak yetişmiştir: “Bursa, Simav ve Filibe’de Öğretmenlik yapmış, Sofya- Filibe’de memuriyetlerde bulunmuştur.
Ali Suavi vak’asının bütününü, şayet nasipse, yeni makalemde siz değerli okuyucularıma sunacağım.
Saygı ve sevgilerimle, cümlenize mutlu yarınlar dileğimle efendim. Saygılarımla.
< devam edecek >