Bir bitki, bir hayvan, bir canlı hangi yerde ise, o yerde varoluşu, yaşayışı ve varlığını sürdürmesi; içinde bulunduğu bölgeye bağlıdır.

O bölgenin de varlığı; durumu; içinde yer aldığı dünyaya bağlıdır.

Dünyanın da hayatı, faaliyeti ve varlığını; kesintisiz olarak sürdürmesi; aralarında yer aldığı güneş sistemine bağlıdır.

Güneş sistemi de varlığını, kendisini çevreleyen daha bir başka sisteme borçludur.

Böylece herşey mütedahil/içiçe dairelerle varlığını sürdürmekte ve devam ettirmektedir. Yani her dairenin merkezi birdir. Hepsi bir tek merkeze bakar. Mevcudat ve varlıklar bu hâlleriyle; tek tek veya bütün olarak, hâl diliyle konuşmakta...

Bizlere bir şeyler söylemektedir. Âdeta her biri, tek tek ve bir ağızdan: "Ey Âdemoğlu bizi dinle!" diyor. Bizler birer kelime, birer cümleyiz. Bizler büyük bir kitabın sayfaları ve satırlarıyız. Bizleri oku! demektedirler.

Nitekim her kitap lisanı hâl/hâl dili ile "Beni oku!" demiyor mu? O hâlde ne duruyorsun ey Âdemoğlu? Sana inen kitap "ikra!"/"Oku!" diye başlamıyor mu?

İşte bizlerin de hâl dili var. Her birimiz, yapımıza göre farklı diller sâhibiyiz. Ama okunmaz değiliz. Bilinmez değiliz. Meçhul değiliz. Ama sayfalarımız öyle ap açık dururken, sanki kapalı sanılıyor.

Hayır öyle değil! Ey insanoğlu! Kır ünsiyet zincirlerini! Kopart ülfet bağlarını! Kurtul şu alışkanlık denen körletici uyuşukluktan! Bakma bize öyle boş gözlerle! Gör bizi! Sadece basarla değil, basîretle...

Baş gözünle gör. Kalb gözünle oku. Gönül gözünü aç.

Ve anla bizleri n'olur? Bilme bizden kerameti!..

Perde olduğumuz hakikatin, geç arkasına... Bak bizlerin parlak aynasına... Sebeblerin gerisindeki Müsebbibü'l-Esbabı/Sebeplerin sebebi olan Büyük Yaratıcıyı bul...

Ancak bu şekilde olunur, inan, gerçek kul....

*

Evet bizler "Ve in min şey'in illâ yüsebbihu bihamdini" âyetinin sırrınca yani "hiçbir şey yoktur ki, O'nu övüp, O'nu tesbih etmesin yani O'nu anmasın." meâl ve anlamındaki âyetin sırrınca, kendimize mahsus, her birimize has kılınmış birer lisanımız ve dillerimiz var. Hem de çeşit çeşit...

Hâl dili, kâl/söz dili, hareket ve devinim gibi sayısız dillerle sesleniyoruz birbirimize ve özellikle ey insanoğlu özellikle sana... Çünkü hepimizin tek muhatabı sensin sen! Çünkü tek seni muhatap etti Yüce Allah kendine...

Bizler onun yazdıkları, bizler onun yazgılarıyız. Birer mektup birer yazılmış varlıklarız. Sana gönderilmişiz. Senin okumana müştak/iştiyaklı/istekli ve muntazırız/hazırız.

Bizler gönderileniz. Gönderenimiz ise Allah...

Ey insanoğlu! Sana birer kutlu mesajız bizler.

Müjde ve muştu doluyuz. Hakkı yâdettiriyor, Hakkı hatırlatıyoruz. Sûreta değil; sîreta, mânâ yönüyle de insan olan insana...

*

Varlıkların her hâli başka bir dil olup konuşuyor durmadan... Daha doğrusu konuşturuluyor. İşte onların hâl/durum ve bu kâl/seslenişli vaziyetleri... Onların Allahı anış şekilleridir. Onların tesbihleridir.

Allahı her türlü noksan sıfatlardan tenzih/Allahı uzak tutmalarıdır. İnsanın dikkatini çekmek için marifetullah/Allahı bilme yolunda, âdeta kilometre taşlarıdır.

İnsanları alışkanlık belâsından kurtarma operasyonlarıdır. İnsanı mânaya, düşünceye tefekküre ve fikre sevkedici/yönlendirici mânevî trafik işaretleridir.

İşte fıtratın/yaratılışın/tabii, doğal hâl ve durumların bu şekilde, Allahın birliğine şehadet/şahitlik ve tanıklık etmeleri reddedilemiyecek nefaset ve zarafette bir ilahî hakikatin izlerini taşımaktadır.

Hâl göstergesi ise, özellikle çok cihet ve yönlerle gelse, kendisini gösterse, hiç şüpheye yer bırakmaz. Allahın bir ve varlığı zorunlu oluşuna parmak basar. Hakikat budur. İşte o kadar der...

*

Yeryüzündeki her varlık, çeşitli mânâlar yüklü kelime

Her birine tercüman olacak kelime, gelmiyor dilime

*

Onların hangi birini, alacak olursam, şayet elime

Kelimelere; kelimeler, cevap verin benim bedelime

*

Taş taş üstüne kondukça, nasıl yükselirse, yavaşça bina

Kelime; kelime yanına dizildikçe, olur binbir mânâ

*

Her bir varlık, olmuş âlemde, sanki birer mûnis dil

Sen onları, kendinden değil, Rabbinden konuşan bil