Mutluluğu her zaman uzaklarda ararız, Kaf Dağı’nın ardında gizlenen bir rüya ülkesidir çoğumuz için. Günler, aylar, senelerce gelip bir gün bizi bulmasını bekler, hayalini kurarız olduk olmadık zamanlarda, heba olan bir ömür, çok uzaklardan bizi izlerken, biz geçen yılların tortularında izleri kovalar, anılarda kayboluruz. 
Zalimdir yıllar, hiç yüzümüze gülmez, o kaçarken biz soluk soluğa kovalarız, her şeye ya çok geç kalmışızdır, ya da çok erken bir türlü mutluluk ve huzurla aynı yolda buluşamayız. Anıların kuytusunda geçmişle hesaplaşır, kendi kaderimize ağlarız.
Ömür dediğimiz, bir nefeslik hayatın, bizlere verilen en büyük ödül olduğunu geç anlarız.
Başkalarını yargılarken en acımasız halimize bürünür, neden ve nasıl sorusunu kendimize sormayı unuturuz, her zaman karşımızda bulunan kişidir suçlu olan, hep bir bahanelerin arkasına sığınır, acımasızca suçlar, nedenlerini kendimize sormayız. Başkaları hep bizlere kötü davranmıştır, ya da bize yardım etmemiştir, bunun sorgulamasını yapar etki-tepki meselesini unutur, kendi hatalarımızın da olabileceğini düşünmeyiz. 
Biri bin yapmaya, biri yeterliyken, daha fazla maddi çıkar, daha fazla mal ve mülk için hırslanır kendi egolarımızda kaybolur, hayatın akışına uyum sağlarız. Bir hırs uğruna en güzel çağlarımızı hoyratça harcar, zamanın su misali akıp geçtiğini unuturuz. İşte bu hırs ve çıkar ilişkilerinin zirve yaptığı dönemlerde çok hoşuma giden kısa hikâyeyi her zaman hatırlarım. 
Kanuni Sultan Süleyman vasiyet etmiş.
“Ben ölünce sağ elim, avucum yukarı bakacak şekilde tabutumun dışına bırakıla” Nedenini merak edenler hemen sormuşlar, aldıkları yanıt şöyle olmuş.
“Anlamadınız mı ben koskoca padişahım, Kanuniyim işte geldim işte gidiyorum, Dünyaya sahip olsam ne fayda elim boş gidiyorum demek” demiş ve herkese ibret olmasını istemiş.
Öğrenecek çok şey varken, ne kadar az zamanımız olduğunu hep unuturuz, hırs, çıkar ilişkileri, kıskançlık, benliğimizi esir almadan önce durup bir düşünelim. Mutlu ve huzurlu olabileceğimiz birçok meziyete sahipken kendi mutsuzluğumuzu yaratmadan önce, toplum içinde tek kalmadan önce durup bir düşünelim, sahip olduğumuz zenginliğin farkında olarak mutluluğun yanı başımızda olduğunu unutmayalım, unutturmayalım.
Kayısı ağacının gölgesinde çayımı yudumlarken aklımdan geçenleri bilin istedim, efil efil esen rüzgârı, ceviz ağacının nazlı nazlı salınan yapraklarının çıkardığı seslerde huzuru buluyorum. Dilimde eski bir şarkı “Ben bir ceviz ağacıyım, Gülhane Parkında’’ diye tutturuyorum. Ne para, ne faturalar, ne mal ne de mülk, hiç öyle takıntılarım olmadı, dünya da o kadar çok mutlu olabileceğimiz değerler var ki; o zaman bu kadar mutsuzluğa kendinizi esir edişimiz niye?
Biraz huzuru hak etmiyor muyuz?