Ekonomist değilim, ekonomiden de pek değil; hiç anlamam.   

II. Dünya Savaşının zor günlerinde ilkokula giderken öğretmenlerimiz bizlere cumhuriyetin ne kadar zor koşullarda kurulduğunu anlatmışlardı. Türkiye’nin kendi kendisine yetebileceğini söyler, örnekler verirlerdi. O günlerde “Yerli malı haftaları” düzenlenir ve ülkemizde yetişen kuru incir, üzüm gibi yiyecekleri okula götürür, arkadaşlarla paylaşırdık... Türkiye’nin tarım ülkesi olduğunu daha o yaşlarda öğrenmiştik. Anadolu’da yetişen buğday, arpa, mercimek, fasulye, pirinç, mısır,  ayçiçeği ve pamuk üretiminin ihtiyaç fazlası olanlarının ihraç edildiği günleri yaşamıştık. Savaş sonrası gelişen ülkelere ayak uydurmaya çalışırken, farkında olmadan onların kucağına düşmüştük... Görülmemiş kalkınma edebiyatına (!) kapılanların gerçeği görebilmesi, daha doğrusu daldığı uykudan uyanabilmesi yıllar almıştı… 

Günümüz Türkiye’sinin ekonomisinin iyi durumda olduğunu söyleyenler mi, yoksa bizler mi yanılıyoruz? İşte onu bir türlü kestiremiyorum. Geçmiş günlere Murat Muratoğlu’nun ekonomi içeren bir yazısından  mercimeği Amerika, Kanada, ve Avusturya’dan;  milli yemeğimiz diye adı çıkmış fasulyeyi, Amerika, Arjantin, İran, İspanya ve Çin’den; pirinci Mısır, İtalya, Amerika, Vietnam, Makedonya, Çin, Uruguay, Tayland ve Hindistan’dan  ithal ettiğimizi öğrenmiştim.  Şeker Fransa,Bulgaristan ve  Brezilya’dan geliyormuş!.. Bir zamanlar buğday ambarı denilen Türkiye’ye buğday Almanya, Macaristan,Bulgaristan, Romanya ve Lituanya’dan; Ceviz Moldova, İran, Ukrayna, Kazakistan’dan, narenciyeyi de Akdeniz ülkelerinden; mısırı da Arjantin’den  alıyormuşuz!..Aslında bu listeyi çok daha uzatmak mümkün ama ben bu kadarını öğrenebildim.

Ne derece doğru bilemem.

Şaşmamak elden gelmiyor… Bazen kendi kendime soruyorum; ilkokul yıllarında yerli malı haftalarında okula götürdüğümüz o ürünlerimize ne oldu? 

Dünyanın bazı ülkelerinde olduğu gibi bizde ekonomi bağlantılı bazı mesleklerinde ortadan kalktığını üzülerek görüyorum…

İlkokul yıllarımı hatırladığımda  “Abdülvahit Turan Yeni Hayat” isimli karamela kâğıtlarındaki meslekleri içeren resimleri topladığımızı anımsıyorum. O meslekler arasında neler yoktu ki; ciğerci, bileyci, tamirci, zerzevatçı, kalaycı, yoğurtçu, terzi, sütçü, helvacı, sobacı, arabacı, macuncu, salepçi, bozacı, fırıncı, ayakkabıcı, sepetçi,  hallaç, ciltçi, kasap…

Günümüzde bu mesleklerin kaçını hatırlıyoruz? 

Yeni yetişen gençler bunlardan bazılarının isimlerini bile bilmezler… Bu mesleklerin çoğu tarihe karıştı.  Ancak içlerinden birisi büyük marketler karşısında can çekişiyor, yaşam savaşı vermeye çalışıyor. Onlarda sayıları azalmış ve isimlerini markete çevirmiş mahalle bakkallarıdır.

Bir zamanların mahalle bakkalları adeta muhtar gibiydiler, her şey onlardan sorulur, onlara danışılırdı. Yiyecek, içecek gibi gereksinim maddeleri perakende olarak satan esnaflardır. Bunların satıldığı dükkânlara da bakkal dükkânı denilirdi. Eskiden bunlara bakkal çakkal diyerek küçümseyenler bile vardı… Bakkalların veresiye verdiği kişilerin hesabının tutulduğu defterlere bakkal defteri, yaptıkları hesaba da bakkal hesabı denirdi. Alınan malzemelerin sarıldığı kâğıtlara da bakkal kâğıdı ismi verilmişti. 

Osmanlı dönemine ait belgelerde de bakkal loncalarından sıkça söz edilmiştir. Bu konuda Divan-ı Hümayun defterlerinde, Mühime defterlerinde Narh defterlerinde bakkallar ile ilgili olaylar ve hükümler yer almıştır.  Bakkalların dâhil oldukları loncaları devletin kontrolü altındaydılar.  Bakkallar birbirlerine kefil olmak suretiyle  “Esnaf Nizamnameleri” şartlarına uymak zorundaydılar. O dönemlerde bakkallar diğer esnaflar gibi en yüksek satış fiyatlarını belirleyen narh uygulamalarına tabiydiler. Devletin belirlediği fiyatın üzerinde satış yapmak, hileli terazi, dirhem kullanmak büyük suçtu… Tanzimat döneminde ise gedik uygulamasına tabi tutulmuşlar. Buna göre sermayeleri ne olursa olsun diledikleri yerlere dükkân açamazlardı. İstanbul’a getirilen zahireyi pazarbaşı, bölükbaşı ve ustabaşılar aracılığıyla alacaklar, kefil göstermeyenler bakkallık yapamazlardı.  II. Meşrutiyet döneminde bakkallar ekonomik yönden çok daha ciddi koşullarda örgütlenmişlerdir.

Cumhuriyetin ilanından sonra İstanbul’da 4.229 bakkal dükkânı vardı. 1970’li yıllardan sonra başta Migros olmak üzere çeşitli isimlerde büyük mağazaların açılmasıyla tarih ve sosyoloji yönünden en eski mesleklerden biri olan mahalle bakkalları ekonomik kriz içerisine girdiler ve bu kiriz her geçen gün daha da artmaktadır. 

Kısacası gün büyük sermayenin… Küçük esnafa hayat hakkı yok demek mi isteniyor?