90’lar der heyecanla alırım kalemi kâğıdı elime. Temize çekerken bile heyecanla tuşlara basıyorum, akıyor o yaşlar gözlerimden hâkim olamıyorum. Bu yazıyı da yüzümde hafif bir gülümseme, ağlamaklı ve özlemle yazıyorum. o günlerde yediğimiz marka olmayan çikolata bile çok anlamlıydı. Şimdi en pahalı ve en kaliteli ürünü aldığımızda verdiği hissiyat ancak saniyelerle ölçülüyor. Dışarda pervasızca oynayıp anneden afilli azarı yemekti 90'lar. Muziplikti, mutluluktu, oyundu, küsüp hemen sarılmaktı.

90’lar dendiğinde içim pırpır olur, sabahlara kadar yazabilirim doksanlar hakkında. Çocukluğumu doyasıya yaşadığım, oyunlar oynadığım, hayaller kurduğum, dış dünya hiç de umurumda olmadığı, kendi dünyamda yaşadığım zamanlardı. Dünyayı kendi kafamın içinde yaşamak, çevremi kendi kafama göre belirlemek, sanırım o zamanlarımdan kalan en güzel edinim. Baskılarla büyüyen bir ailenin ikinci çocuğuydum. Çabuk olgunlaşma gömleğini giyenlerdenim ben, çocuk olmadan genç kız moduna bürünenlerden.  Benim zamanımda yoktu öyle bilgisayar, telefon, tablet. Ekranların yüzüne değil, kardeşlerimizin yüzüne bakışırdık. Yine de en dibine kadar yaşadım be yaşadım o saflığı temizliği o dokuyu tınıyı.

Şu anki gibi el ne der acaba diye her gün farklı şeyler giymezdik, annem ne isterse onu giydirirdi. Pazenden taytlarımız vardı, elbiseler vardı çiçekli el dikmesi.  Bayramlarda tam tekmil yeni kıyafetler, ayakkabılar alınırdı; onlar başucumuzda uyurduk. Doksanlarda henüz çocuk olanlardanım, hatırladığım yaş on. Hatırladıklarım ve hissettiklerim her kişiye göre farklı olsa da, aslında anıların birçoğu ortak ve o zamanlara ait. Olacak o kadar, Bizimkilerin Cemil’i, Susam Sokağı ve daha nicesi… 

Köy maceralarım gelir aklıma. 90’larda köyde doğdum, büyüdüm; ben saf, tertemiz. İlkokul hemen evimizin yanındaydı. Çok hevesliydim; kapıp kalemi, defteri elime koşa koşa soluğu o boyumun henüz yetmediği sıralarda alırdım. 4,5 yaşındaydım, evet. Öyle güzel ve kıymetli bir dokusu var ki benim için o anların. Samimiyet, kopmaz bağlar, yalan sosyal medya hayatından uzak her anını zerresine kadar hissedebildiğim, kuzenlerimizle gecenin bir yarısına kadar saklambaç, yakar top oynadığımız kıymetli zamanlar. Özel günlerin tadı bile başkaydı. Şimdiki çocuklar ve aileler gibi marka ya da mağaza mağaza dolaşıp hava atma adına kostüm aramazdık. Annemizin sandıklarından çıkardığı metrelik kumaşlardan, rengârenk dikilen elbiseler ya da evimizde ne bulursak 23 Nisan gösterisine çıkardık. Ayna gurubunun  “Gurbette yorgun düştüm be ceylan” nağmeleri kulaklarımda çınlar sıra sıra, minik minik dizilişimiz, bütün köy ahalisinin sabahın şafak vaktinde okul bahçesini doldurması, nenelerin ve dedelerin bile bastonuyla gelip gururla bizi izleyişi. Ellerinde Mevlana şekerleri dağıtması, mis kokusu burnumda buram buram… Sonrasında çiftçilikle uğraşan ailem var idi bahçe, tarla, arazi dönemlerinde aile ahalisinin birlik beraberlik içinde sırasıyla tarla çalışanlarına yemek hazırlaması, annemlerin inekleri, tavukları, sabah gözümüzü açtığımızda mis kokulu, taze inek sütünden çekilmiş kaymak, kümesten alınan tazecik yumurtayla 25-30 kişiyle yapılan sabah kahvaltıları. Şimdilerde ise sabahları zoraki çayından bir yudum alıp dışarda dörtnala koşulan hayata dalmaca telaşı… Ah bir de illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar... Ahlak değerini yerden yere vuran dizilerin ve filmlerin illegal hayatı normalleştirdiğinden çok daha başka, geniş ve besleyici hikâyeler... Köy hayatımızdan şehir hayatına geçişimiz: Sene 97, babam bize daha iyi bir gelecek sağlamak için şehirden ev aldı. Şehir hayatına adım atmamız çok bocalamıştı bizi, ayak toprağa değmiyordu. Apartman hayatımız başlamış, güzel bir okula kaydımız yapılmıştı ama yine aklımız o güzel doğal köy hayatındaydı. Cuma der demez hemen okul kıyafetlerimizi bile çıkarmadan doluşup stejin beyaz taksiye soluğu köyde alırdık. Yıllarca devam etti bu.

Bozulmamış dönemin son jenerasyonlarıydık bizler. Bir kez olsun kümesten yumurta almamış, bir kez olsun o tüten soba üstünde ekmek kızartmamış ekmeğin kokusunu duymamış yeni nesil için ben eski kafayım. Kızlar ip atlar, erkekler misket, taso oynardı. Şimdilerde parmakla sayılacak kadar az olan fakat 90’larda her köşe başında olan Cemo dayılar, Mehmet dedeler, kendine has lakabı olan bakkal amcalar vardı.

  Tadı, hazzı başka olurdu yaz akşamlarının. Teyzeler, nineler o tatlı dedikodu vari tavırla bak hele Ayşe’nin kızı doktor olmuş bak hele, Mustafa’nın kızına ne demeli mühendis çıkmış, e maşallah olsun derken birden havaya çıkan kahkahalar. O zamanlar bir kahvenin kırk yıl hatırı vardı. Şimdilerde cappicino, experessosuz ev yok; hep hatır bunlar yüzünden kalmadı zaten. Buram buram hasret kokan anılarıyla bir ömür anılan telgraflar vardı, mektuplar, kartpostallar vardı. Okurken hatırasıyla insanı ağlatan, ciğerini yerinden sökercesine hissettiren... Artık günümüzde bayramlarda cepten kalıplaşmış toplu samimiyetsiz bir mesaj sadece.

O yıllara baktığımızda hayata daha yavaş ama duyguların daha yoğun olduğu yıllardı. İnsanların kurma bebekler gibi, birbirlerinden bir haber değil etraflarıyla iletişim kurdukları yıllardı. Şimdilerde ise acı, vahim, her şey suni, her şey menfaat üzerine kurulu. Arkadaş çevremiz şimdiki sosyal medyadaki kadar çok olmasa da gerçek dostluklarımız vardı az ve özdü.

Şaka yapardık ama uzatmazdık ladeslerimiz vardı. Tavuk yemeği varsa hemen kardeşlerle lades tutuştururduk. Mutluyduk, her şeyimiz gerçekti; üzüntümüz, gülüşümüz, acımız... Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, kokusunu odaya dağılışını ciğerlerimize çekerek hissederdik. Soğuk kış gecelerinde patates közlemek büsbütün bir gecenin akıllara zarar mutluluğuydu.

Hayat mücadelesi daha zordu, belki de her şey az ve kısıtlıydı. Ondan mıdır bilmem buna rağmen teknolojinin getirdiğini mutsuzluğa henüz yenik değildi insanlar. Her istediğimizi alamadığımız, maddiyatın gücünü her an üzerimizde baskı olarak hissettiğimiz yıllardı. Fakat aldığımız minicik şeker bile mutlu etmeye yeterdi. Şimdi her şeye sahibiz. Her şey bol bol lakin bütün imkânlar önümüzde olmasına rağmen kapalı kapılar ardında ne kadar mutlu olduğumuz tartışılır. Çocuk yetiştirmekten tut kimin eli kimin cebinde yaşamlar, televizyon, internet bağımlılığı, akıllı telefon gibi teknolojik ürünlere aşırı düşkünlük ve zamanının büyük vaktini ona ayırma şeklinde çok masum bir tanımla geçiştirilmeyecek kadar ciddi bir konudur zannımca. Farkında mısınız bu 2000’lerin çocukluğu nasıl bir girdabın içerisinde? Televizyon programları çığırından çıkmış. Çıktığı gibi de nasıl bir normal hale gelmiş bu durum.  Dizilerde kullanılan senaryoların vazgeçilmez unsurunu yasak aşklar, kimin eli kimin cebindekiler, saçma sapan hayatları özendirme vb. teşkil eder durumda. Hemen her dizide gayrı meşru bir çocuk var artık. Saçma sapan yaşama özendirilme çabalarına benzeyen uygunsuz içerikte sahneler reytingler kırıyor. Teknoloji gelişiyle hayatımızı çok fazlasıyla kolaylaştırdı ama eskilere gidersek teknolojinin kendini bu kadar derinlemesine hissettirmediği yıllar, o yıllar daha bir özeldi sanki. Teknoloji insanı kilometrelerce uzağa ulaştırır oldu ama aslında iyice yalnızlaştırmadı mı, bozmadı mı ahlaki değerleri samimiyetten uzak yaşam sunmadı mı? Eğitici, öğretici programlar çok nadir ve zamansız saatlere koyuyorlar. Hele internet, bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şey: şarjı bitmeyen bilgisayar, kesilmeyen bir internet ve yaşamaya yetecek kadar yemekse burada bir sorun olduğunu sorgulamak gerekiyor. Misafirliğe bile gittiğinizde ilk sorduğunuz şey internet şifresi değil mi? 

Ellerine tableti tutuşturduğunuz o yavrular şimdi okullu değil tabletli olduk, sınıfları doldurduk diyorlar; başka da bir şey demiyorlar. Ekrana bakmaktan kopamayıp zoraki okula giden, okuyabilen ama yazamayan hissedemeyen saflığı samimiyeti yaşayamayan bir kuşak geliyor. Nereye gidiyor insanlık. Anneler kurtulayım, azcık sussun, başımdan gitsin çocuk diye hemen çıkarıyor çantadan tableti, kuklalığı. İnanın sınavlarda artık cevap seçeneklerini işaretleyebilen ama o seçeneği neden işaretlediğini bir türlü anlatamayan bir kuşak geliyor. Sonra da eğitim ailede başlar diyoruz. Ne yapıyorsun yahu kadın, desem bana geri kafalı muamelesi yapıyor. Değişen devir değil insanlık. Herkes işine geldiği gibi, rahatına nasıl gelirse. Sonra istismar da olur, şiddet de olur, cinayetler de… Bunun önüne geçemediğin gibi gün geçtikçe daha da artar hale gelir. Çünkü kendini ifade edemeyen, sokakta oynamayan, park nedir bilmeyen, hayatı tablet oyunlarından ve TV kanallarındaki o meşru senaryolardan öğrenen huzursuz, doyumsuz, şiddete meyilli kuşak geliyor.

Ez cümlelerim şudur 90’lar özlemi ile yanıp tutuşan bir birey olarak: Belki günümüzde teknoloji çok ilerledi. Su gibi akıp giden bir hengâmenin içerisindesiniz, eskiye dair doku kalmadı. Hayat çok daha hızlı ve etkin tüketiyoruz. Kaybettiğimiz duyguları yaşamayı özlüyorum. 21. yüzyılın kurulu bebeği olmaktansa şimdiki jenerasyonun tabiriyle 20. yüzyılın geri kalmışı olmayı tercih ediyorum.