İnsanın maddesi çamurdan, mânâsı İlahî ruhtandır.

Allah diğer canlılardan farklı olarak, insana akıl ve irade vererek, kendi ruhundan üflemiş.

İnsanın Kıyamete kadar sürecek olan serüvenini / maceralı dünya hayatını başlatmıştır.

Evet, ruh; bebek anne rahminde biyolojik sürecini devam ettirirken;

Bu sürecin yüz yirminci gününde; Allah’ın kendi ruhundan üfleyip yarattığı bir şeydir.

Rabbin emrinden, yani hikmetli işlerindendir.

Rabbin sırlı ve gizemli bir takdiri, hayat verici İlahî bir tecellîsidir.

Ruh; ahsen-i takvîm / en güzel bir beden ve şekil verilerek;

Yeryüzünün halifesi konumuna yükselmesi için, insanın cesedine üflenen İlahî bir nefestir.

Öyle bir nefes ki, İlâhî izzet ve inayete mazhar olan bir şuur ve bilinç ile de desteklenmiştir.

Mahiyetini tam mânâsıyla bilmiyor, bilemiyoruz.

Çünkü Allah, onun ilminden insana pek az bir şey vermiştir.

Varlığını biliyor fakat mahiyet ve içyüzüne akıl, sır erdiremiyoruz!

Çünkü, bir şeyin mahiyetini bilmemek; varlığını inkâr etmeyi gerektirmez.

Nitekim aklın da mahiyetini bilmiyoruz. Ama bu onun varlığını inkâr etmemizi icap ettirmiyor.

Zira, bir şeyin varlığını bilmek başka, mahiyetini bilmek daha başka bir şey.

Nice varlığını bildiğimiz şeyler var ki, mahiyetinden haberimiz yok.

“Ruh, insanın hayat kaynağıdır. Her ne kadar görünmese de, varlığı inkâr edilmeyenlerdendir.

Yaratan Rabbimiz onun mahiyetini bildirmemiş denmektedir.

Uzun yıllar psikoloji ve psikanaliz çalışmalarıyla da bilinememiştir.

Ancak onun varlığını tezahürlerinden ve vücut makinesini çalıştırmasından anlıyoruz.”

(Prof. Dr. Hasan Tahsin Feyizli)

Ev insan için olduğu gibi, beden evi de mânâmız olan ruhumuz içindir.

Ruh’un bedenden çıkmasıyla ölüm gerçekleşir. Boş kalan ev yıkıldığı gibi,

Ruhtan boşalan beden evi de, çürümeye terkedilir.

Çünkü içinde artık, ona hayat veren ruhu yoktur.

Ölüm ruhun değil, içinde ruh olmayan bedenin kullanıştan düşerek, toprakla bir olmasıdır.

Demek ki, ruh bedenin değil, beden ruhun hizmetinde ve emrindedir.

Yani maddeden ibaret olan beden; mânâ demek olan ruhun emrindedir.

Dikkat edersek, beden ile ruh birbiriyle uyum hâlindedir.

Yani her beden; bedenine muvafık / uygun bir ruh taşıdığı gibi,

Her ruha da uygun bir beden / ceset giydirilmiş vaziyettedir.

Zira arslana koyun sureti verilseydi; arslanlığın gereğini yerine getiremiyecekti.

Eğer koyuna arslan sureti verilseydi; koyun da koyunluğunun gereğini yerine getiremezdi.

Evet her maddeye, temsil edebileceği bir ruh ve mânâ verildiği gibi,

Her mânâya da, onun isteğini yerine getirebilecek tarzda bir vücud / beden /

Bir çeşit libas / elbise giydiriliyor.

Ruh - ceset beraberliği de sözkonusu. Âleti olmayan bir usta, kendisinden beklenen işi yapamaz.

Arabası olmayan şoför istediği yere gidemez. Keza, şoförsüz araba da yerinden kıpırdayamaz.

Nitekim beden sıhhati bozulan kimse, ruhun isteğini yerine getiremez.

Ruha hizmet için, beden atının da sakat veya hasta olmaması gerekir.

Allah; yarattığı kainata / evrene benzemediği gibi, ruh da insana benzemez.

Tıpkı insanın yaptığının, insana benzemediği gibi.

Nitekim masayı marangoz yapmıştır. Ama masa marangoza benzemez. Masa marangoz yapısıdır.

Ama marangoz değildir. Marangoz yaptığı masanın yanında da değildir.

Ama ilmen onunla beraberdir. Çünkü masanın değeri nispetinde ustayı takdir ve tebcil ederiz.

Her şeyde madde ve mânâ yanyanadır. Zaten mânâ olmasaydı madde olmayacaktı.

Çünkü madde; Yunus’un “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.” dediği gibi,

Mânânın taşa toprağa, ete kemiğe bürünmüş şeklidir.