Kendimize has geleneklerimiz, örf ve ananelerimiz, bütün bu hayati harslarımızı, dış olan hayranlık ve bağlılık sebebiyle yarı yarıya yitirmiş durumdayız. Kendimize dost bellediğimiz devletler ve nefretle andığımız ülkemiz içindeki “Azınlıklar” vs. Dikkatle ele alınacak olursa. Meydana çıkacak tablo, bizlerin yeni de değil, hayli eskiye  dayanan (1700’ler) bir zaman diliminde karşımıza çıktığında. Göreceğimiz manzara hiç de iç açıcı olmayacaktır.
Çünkü, bizler asırlardır, sadece, hep başarılarımız vs. dikkate almış ve kayıtlara geçmişiz. Başarısızlıklarımıza gelince, doğru düzgün bir kayıt dahi bulamazsınız. Varsa da detaylı değildir!...
ABD’nin Missouri Zırhlısı’nın bizlerin gözlerini açabilecek düzeyde mesajlar bırakıp gitmesi, peşinden ülkemize dostluk ziyaretine gelen ABD’nin meşhur “Uçak-Gemisi Leyte”nin gelişi: (1947). Ülke insanımızın ABD’yi daha yakından görebilme, tanıyabilme imkânı sağlamıştı. 
Şöyle ki; Amerikalı, o filmlerde bizlere gösterilen efendi, yardım sever, babacan yapılı kimseler değil. Tam tersi; Dünya’ya kendi malı imiş gözü ile bakması, diğer milletleri adeta hiçe sayması, onların örf ve ananelerine saygı duymaması vs. Gerçek Amerikalıyı sizlere zahmetsiz tanıtmaktaydı...
İçip, içip kadınlarımıza sarkıntılık edişleri ve daha bir çok gayrı ahlaki davranışlarda bulunmaları. Hakiki çehrelerini meydana koymuştu!...
Bizdeki “İşgal yıllarını” bizzat yaşamış, nice çileler çekmiş bulunan bir kesimimiz, ABD Gemileri’nin hem de savaş gemilerinin ülkemize gelişlerini hiç hayra yormamış, dostluk ziyaretinin altında daha başka niyetler olduğu hakkında düşünüp, kendilerince bir takım menfi yorumlarda dahi bulunmuşlardı. Milletimizin diğer bir kesimi ise, Batı hayranlığı tesiri altında, onlara karşı hayranlık duymakta, alman mihverini parçalayabildikleri için de birer kahraman gözü eli değerlendirmekteydiler.
Dahası bizler “Asker ruhlu” bir millet olduğumuz için, her daim dünya sulhu için canını vermekten kaçınmayan (!) Milletleri taktir eder, saygı göstermesinde kusur etmezdik. Ancak, her zamanki gibi kantarın ucunu biraz kaçırmaktaydık...
Esnaf tabakasından olan bir kesim ise, ABD Bahriyelilerini “yolunacak kaz” olarak görüp öyle değerlendirmekteydiler...
Nitekim, bu görüş zaviyesinde, Çuhacı-Han ve Nur-u Osmaniye arasında kalan dar bir sokakta pirinç madeni ile çalışarak muhtelif maden nese meydana getirmekte ve böylece hayatlarını kazanmaktaydılar. Mezkûr sokağın adı ise “Kılıççılar Sokağı” idi. Eskiden bu sokak tamamen Kılıççı esnafına aitmiş. O esnaf gitmiş lâkin adları yadigar kalmış. Fakat yine de 1940’lı yıllarda 3-4 Kılıççı dükkânı vardı.
Missouri Bahriyelilerinden birisi “İç Bedesten’den eski bir kılıç satın   almış ve Amerika’ya döndükten sonra evinin salon duvarına İstanbul hatırası olarak asmış. Bir müddet sonra antikacı olan bir yakınları, ziyaretlerine geldiğinde, salonun duvarına asılı kılıcı gördüğünde alıp tetkik etmiş ve Bahriyeliden İstanbul’dan alındığını öğrenince ilgisi daha da artmış ve tam manasında tetkik edince; “Fatih Sultan II. Mehmet Han’ın kılıçlarından birisi olduğunu öğrenmiş ve antik kılıcı, ABD-Devlet Müzesi’ne hediye etmişler. durumu dönemin Gazetelerinden öğrenen Kılıççı esnafı; bir çok kılıç imal ederek, “İç-Bedesten”de satışa sunmuşlar.
1946-7’lerde Kuyumcular girişi olan meşhur “İç Bedesten” asıl kimliğini henüz bozmuş değildi ve muhtelif ülkelere ait silâh ve kılık kıyafet mevcuttu, hele Osmanlıya ait kılık kıyafet silâh vs. düşünülenden fazla idi. Tarihi filmler ve Tiyatro sahneleri için ihtiyaç olan kılık kıyafet ve diğer aksesuar için yeterli derecede mevcut vardı.
Diğer iş sahalarında olduğu gibi, “İç Bedesten” esnafı da, mesleklerinde gayit mahir olmalarına rağmen, “Milli harslar” mevzuunda esnaf tabiriyle, değil Usta, çıkar dahi olamazlardı. Onlar için hayat, “İç Bedesten”den ibaretti ve tam manada kârlı geçen bir gün, onlar için bayramdan farksızdı. Ellerinin altında bulunan paha biçilmez servetin aslı değerini verebilmekten yoksundular. Devlet ise, tarihi kalıntıların değerini bilemeyecek derecede basit kimseler tarafından idare edilmekteydi. Nitekim; Osmanlı’dan kalma gemi topları ve diğer tunç nesneler; “kilo hesabı” İspanya’ya satılmaktadı ve bu durumu tesadüfen öğrenen bir genç Avukat Hanım, olumsuz mevzuat hakkında dava açarak, kazanmış ve böylece bir daha dış ülkelere Osmanlı topları satılamamış.
Bütün bu olumsuz günleri görüp, yaşayanlardanım. Çok şükür ki, daha sonraki yıllarda böylesi vak’alar önemli derecede azalmıştır. 
ABD. Denizcileri İstanbul’a geldiklerinde, “İç Bedesten” dekiler dahil, hemen her tarihi kalıntı adeta sahipsiz ve ortada teşhir edilir durumdaydı.
Sultan Fatih’in Kılıcı vak’ası, İstanbul esnafını bir bütün olarak uyarmıştı: Kılıççılarda sahte Padişah kılıçları imal edilmekte: Sahtesi (200, hakiki ise 400) liraya satışa sunulmaktaydı.
Ben bu üzücü yılları bizzat Kuyum Çarşısında Çırak olarak çalışmaktaydım ve özellikle “İç Bedesten” benim en sevdiğim mahaldi; “Sedirli dükkânlar, hemen her nevi nesnenin açık olarak teşhir edildiği bu çarşıda yaz aylarında, hoşa giden bir serinlik olur, sıcaktan sıkılanlar, bir nebze serinleyebilmek için “İç Bedesten”in yolunu tutardı.”
Kavuk, Kalpak, Sarık, Fes, Kaftan, Yeni-çeri başlıkları, muhtelif silâhlar. Vs. İç Bedesten’in başılca sermayesi idi. ABD’nin, “LEYTE UÇAK GEMİSİ” mezkur çarşıyı adeta soyup, soğana çevirmiştir. Bizim esnafımız, 20 ve 30 Lira değeri olan nesneyi, Amerikan Bahriyelilerine; “100 ve 400” Türk Lirasına sattıklarında adeta bayram etmekteydi. Hele “Halıcılar Çarşısı”nda satılan antik ve paha biçilmez “Seccade, Halı, Kilim vs.” (Bin veya Dört Bin, On Bin) civarı satışa arz edilmiş ve de ABD Uçak Gemişi Personeli, sözde (!) kazıklanmıştı!...
Her şekilde bahse değer olan bu cehalet numunesi bizlerin sadece bu konuda bilgisizliğimizden değil, aynı zamanda biz Türklerin, kendi dışımızda var olan bir dünyanın, varlığını bir türlü kabul etmemizden kaynaklanmaktaydı ki, hâlâ aynı yanlışı, bilmeden devam ettirmekteyiz!.. Müttefik seçme bahsinde, dini ön plâna almamız başlıca hatamız olmaktadır. Lâkin uyanan yok!...
Dünyevi meselelerde Milletler arası anlaşmaları olumlu şekilde neticelendirebilmek için, muhatabının da senin gibi bir Adem evlâdı olduğunu bilerek ve kabullenerek masaya oturmamız şarttır.
Osmanlı Devleti’nin Cihana hâkim olduğu asırlardan kalma bir duygu bizleri adeta esir almış ve sürekli başarıların verdiği bir inanç bizleri hayatın gerçeklerini görebilmekten uzak kılmış!...
Ve öylesine uzak kılmış ki, bizler; muhteşem Devletimizin nasıl olmuş da: “Beş milyon km. kare olan İmparatorluk topraklarını; Yedi Yüz Seksen Bin km. kareye düşürülmüş olduğunu” hiç mi hiç aklımıza getirmemiş ve aklımıza takılan bazı kusurları da, ülkemizdeki “Gayr-ı Müslim Azınlıklara” mal etmiş ve böylece sözde teselli bulmuşuz!...
Günümüzde karşılaştığımız hemen her hadisede şayet yanlışlık varsa başkalarına yüklemek değişmeyen bir kural olmuştur!...
Dinler, milletlere yol gösteren yegâne rehberdir. Bu durumu hemen hepimiz de bilmekteyiz. ancak, biz “Türk Millî İnancının” hemen her Milletin, “Dini ve Millî” inancından üstün görmekte ve böylece, kendi ellerimizle, kendimizi “Yalnızlığa ittiğimizi” pek fark edememekte, böylece çevremizi düşmanlar sarınca da şaşkınlık geçirmekteyiz!....
Çok iyi hatırlamaktayım, ilk gençlik yıllarımda, semtimizdeki Türk arkadaşlarımız, bizleri himayeye muhtaç sığıntılar olarak değerlendirmekte ve bizleri “himaye etmeye” çalışmaktaydılar!...
Yani, öz vatanımızda misafir olarak (!) yaşamaktaydık!... Dahası, bizleri koruyan Türk Gençleri karşısında yüksek sesle münakaşa edemezdiniz. Çünkü, her zaman alttan almaya mahkûmdunuz!... Böylesi durumlar beni ve Ermeni arkadaşlarımı üzmüştür ki, bu hususta yerden, göğe kadar haklıydık. Gerçi haklı olduğumuzu onlar da bilmekteydi lâkin, oyunun kuralı buydu. Yani; kuvvet kimlerin elindeyse, hak da onların olmaktaydı!... Meselenin en güzel tarafı ise; bizlerin bu vatanı en az Türkler kadar sevmekte olduğumuzdu!... Bu durum sadece güzel değil, aynı zamanda hakiki vatan sevgisinin en açık misali idi!... diğer Azınlıklar hakkında böylesi meseleleri, olumlu veya olumsuz değerlendirmelerle fikir beyan etme hakkını kendimde bulamıyorum. Ve lâkin, Osmanlı Ermenileri hakkında her açıdan konuşabilirdim. Zira, bendeniz de Ermeni Cemaati’nin, istense de istenmese de bir üyesiyim. Biz, Ermeniler, Malazgirt Meydan Savaşından itibaren, Türklerle kader birliği yapmış bir Kavimiz. Ortada bir ihanet konusu varsa, bu Osmanlı tebası konumundaki cümle Kavimlerin müşterek icraatıdır. Sorarım; Jön-Türkler, İttihatçılar vs. Osmanlı Hanedanını mı savunmuşlardı, yoksa Ülke idaresini ele geçirebilme gayretine mi düşmüşlerdi. Keza, “Kafkas Ermeni Fırkaları olan “Hınçak ve Taşnak”la hangi Kavim mensupları iş birliği yapmış ve sonradan, istediği ortama erişince, onları reddetmekle de kalmamış, 1915-Tehcir hareketiyle tamamen sindirmeye kalkışmış ve fakat bunun acı bedelini maalesef onlar değil, Osmanlı Ermenileri ödemiş ve trajik bir sonla noktalanarak, günümüzdeki Emperyalist Devletlere “siyasî bir matah oluşmuştur!...”
Evet! bir İstanbul ki, Taşı Toprağı Felç Olmuş!
Saygıdeğer Türk okuyucusu, bizleri idare edenler, Devlet mekanizmasını diledikleri yönde kullanarak, Türk insanını diğer kavimlere karşı olmak üzere telkinlerle öyle bir noktaya getirmiştir ki, Türk için: “Biz ve düşmanlarımız!” dışında hiçbir yol kalmamış ve böylece Türk insanı yalnızlığa sürüklenmiştir.
Bu iddiamızın aksini düşünmek, akıntıya karşı kürek çekmekten farksızdır ve acilen gerekli tedbirlerin alınması, bilhassa Milli varlığımız açısından elzemdir.
Saygıdeğer Okuyucularım, yeni bir makalemde buluşabilmek umudu ile cümlenize hayırlı yarınlar diliyorum efendim.
Ben bu satıları yazarken, ülke çapında seçimler devam etmektedir. Temennim; “AK-Parti’nin kazanması yönündedir.” Niçin böyle düşünüp, böyle temennide bulunduğumu da, şayet nasipse yeni makalemde siz değerli okuyucularıma açıklayacağım. Selâm, saygı ve tekrar mutluluk dileklerimle.