Kendimizi olduğumuz gibi kabul edemediğimizde ve -evrenin dengesi gereği- kabul edemediğimiz kısımları da söküp atmamız mümkün olmadığından, çevremizden bir şeyler söküp atarak bu ihtiyacımızı giderme yoluna gidiyoruz.

Etrafımıza şöyle bir baktığımızda, bilgi düzeyinde tam olarak kavrayabildiklerimizin bile uygulamada içeriğini boşalttığımızı gördürürüz. Bunun nedeni; egomuzun, genellikle konulara ruhumuzdan daha çok dahil olması ve derinleşmemizi engellemesidir. İrili ufaklı örneklendirecek olursak; dünya tarihi, ezilen bir kesimden çıkan liderlere, halkın eşitlik ve düzen gelecek diye sımsıkı tutunduğu ve sonra yönetimin, yeni liderlerin egosu altında kısasa kısas ilkesine döndüğü, yeninin eskiyi aratmadığı vakalarla doludur. Üstelik, bozulmuş liderlerin egolarının yükünü, onların doğuşuna neden olan ideolojiler çeker. Tıpkı yönetici ile problem yaşayan çalışanın, şirketi kötü bilmesi gibi. 

Başka bir yöne baktığımızda, dava insanlarının makroda başarılı duruşlar sergilerken mikroda kendileriyle çeliştiklerini görürüz; bir insan hakları savunucusunun, kendi ekip arkadaşlarına haklarını hakkaniyetli dağıtmaması gibi. Ruhun gelişimi üzerine eğitim veren bir eğitmenin, bir diğer eğitim kurumundan nasıl daha yetkin olduklarını, ruhu en iyi ehil eden yolculuğun kendilerininki olduğunu dile getirmesi de sanırım böyle yanılgılara düşmemek için gayret gösterenlerin bile gafil avlanabildiğinin en büyük göstergesidir. 

Öyle ki, egoyla ilgili bu tarz uyarıların olduğu yazıları okuduğumuzda da dikkat ederseniz olumsuz gördüğümüz bu yönleri; çoğunlukla en yakınlarımız üzerinden yorumlar ve kabul eder, kendi üzerimize pek alınmayız. Bu, kendi yolculuğumda da en çok ziyaret ettiğim, spiralin beni tekrar tekrar getirdiği, bir süre aşılmış görünen, ardından kendini başka bir düzeyde tekrar eden bir durumdur.

Sanıyorum ki, bilge kişilerin ortak bir noktada buluştukları; salt bilgiyle gerçeğe ulaşılamayacağı öğüdü de bir kökünü buradan alıyor. Kendimizi tam olarak bilip kabul edememek ve bu biriciklik hissi, içimizde kör noktalar oluşturuyor. Varlığından habersiz olduğumuz bir şeyi aşmamız da söz konusu olamıyor. Nasreddin Hoca’nın damdan düşeni istemesi, bekara boşanmanın kolay gelmesi boşa değil, burada devreye tecrübe giriyor. Sadece bilgiyle olgunlaşamadığımız için ancak tecrübe edebildiklerimiz kadar empati gösterebiliyor, kalbimizi açıp kabul edebiliyoruz. Belki de dinlemeyi, gözlemlemeyi, sessizliği, alçakgönüllüyü öğütleyen öğretiler ve onların takip ettiği rutinler, ritüeller; bizleri akıl yoluyla idrakini sağlayamadığımız daha büyük gerçekliklere açıyor yahut her şeyin gerçeğine akıl ile hâkim olamayacağımızın ve de hata ya da doğru diye adlandırdığımız her deneyimin her insan için olduğu farkındalığıyla daha olgunlaştırıyor, edep öğretiyor.

O halde ne tamamen bilgiyi terk edip tecrübeyi beklemek ne de tamamen kendini bilgi edinmeye adayıp tecrübeyi atlamak bizlere tam anlamıyla kendimizi gerçekleştirmek için yetmeyecektir. Bilgiler, tıpkı bir yapıyı oluştururken tuğlaların arasındaki harç gibi, tecrübelerimizi sarıp bizlere özümsetecektir. Diğer yandan ne kadar bilgi edinirsek edinelim ve de ne kadar tecrübe kazanırsak kazanalım, her şeyin tam anlamıyla perspektifini yakalamamız mümkün olmadığının, hep cahil kalacak ve eğitime, öğrenmeye, birbirine anlayış ve tevazu göstermeye açık olacak bir yanımız olduğunun farkına varmak ve kabullenmek birlik ve gelişim adına hepimize yardımcı olacaktır.