BEYŞEHİR’DE DÎNÎ HAYAT!... (3)

Beyşehir Müftüsü, Mustafa Tekin’in, Ankara Müftü Yardımcılığı’na ta’yini dolaysiyle, Müftülük-Dînî hayat bakımından, Beyşehir, yeniden bir fetret dönemine girmişti. Emekliliğine bir-kaç yıl kalmış, plânı, projesi, hizmet aşkı kalmamış, kendisiyle ve herkesle kavgalı birisinden hangi hizmetler beklenebilirdi, ki?!... 

Ba’zıları, tesâdüf, ba’zıları, tevâfuk, diyorlar ama, bendeniz, bütün kaderleri üstünde, kader Sahibi, Rabbimizin bir tecellisi olarak görüyorum. 

Kadîm Şehr’imiz Beyşehir’e, hizmetler veren, bilhassa, Kur’ân Kurs’larına çok büyük ehemmiyet veren, Beyşehir’e geldiğinde sadece 4 Kur’ân Kursu bulunuyorken, Kur’ân Kurs’larının sayısını 50’ye yükselten ve diğer hizmetleriyle, Efendiliği-Beyefendiliği ile, bütün Beyşehir’li’lerin, sevgisini-saygısını kazanan ve “Gök Kubbe’de, Hoş Bir Sedâ,” bırakıp, bizzat şahidlerindenim, derîn bir hüzünle ayrılan, kalbi, gönlü, Beyşehir’e muallak kalan, Mustafa Tekin Bey, aslen, Erzurum’lu idi. Kayseri’de, Erciyes Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi’nde talebeliği sırasında, Türkistan Camii imamlığını dikkate almaz isek, meslek hayatına, Doğu Anadolu’da, Iğdır-Tuzluca’da, önce, vâiz, kısa bir müddet sonra, müftü olarak başlamış, Karadeniz Bölgesinde, Giresun-Dereli, müftülüğüne naklen ta’yin edilmiş, buradan, Isparta-Şarkîkaraağaç İlçe’sine nakledilmiş, üç yıl kadar bir süre, A.B.D.’de, New York Din Hizmetleri Ateşesi olarak bulunduktan sonra, Yurdumuza döndüğünde, Beyşehir’e müftü olarak ta’yin edilmişti. 

Beyşehir’e müftü olarak ta’yin edilmiş, 29.02.2016 tarihinden beridir, Beyşehir Müftülüğünde hizmet veren, Değer’li Hocamız, Müftümüz, Muhterem, Mahmud Çelikoğlu Beyefendi de, Aslen Erzurum’lu, 1972 yılında, Erzurum Merkezine bağlı, Çiftlik Köyünde dünya’ya geldi. İlk tahsilini burada köyünde bitirdikten sonra İstanbul’a, Nur-u Osmaniye Kur’ân Kursu’na girer. 10 yıl kadar kaldığı, İstanbul’da, Kıraat Bilimlerini, tecvid, tashih-i Hurûf, makâm, şan ve ses eğitimini, orta-lise eğitim kademelerini tamamlar, Erzurum, Atatürk Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi’ni, üstün bir muvaffakıyetle bitirir. Beyşehir Müftüsü, Mahmud ÇELİKOĞLU Hoca’mız, Orta, Lise ve Yüksek öğrenim, İlâhiyat Fakültesini bitirdikten sonra, Diyânet Eğitim Merkezi, Haseki Eğitim Merkezinde (16) dönem bir nev’i ihtisasını tamamlamıştır. 

Meslek Hayatına, Askerlik hizmetini tamamladıktan sonra, Şırnak-İdil Müftüsü, Erzurum İl Vâizi, Erzurum-Çat Müftüsü olarak, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu’da başlamıştır. Bilâhare, Giresun-Alucra müftülüğüne naklen ta’yin edilmiş, burada müftü iken, 3,5 yıl, Almanya’da-Berlin’de hâricî hizmetlerde vazife görmüş, Yurdumuza döndükten sonra, bir müddet Giresun-Alucra’da vâiz olarak vazife gördükten sonra, 2012 yılında, Ordu-Kabataş İlçesi Müftüsü oldu. 29.02.2016 tarihinde bu kerre Beyşehir Müftülüğü’ne ta’yin edilmiştir. 

Görüldüğü gibi, iki Erzurum’lu’nun kader çizgilerinde birbirine benzer pek çok nokta bulunuyor. Her ikisi de Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da vaiz’lik, müftülük, yine her ikisi de Karadeniz Bölgemizde vaizlik, müftülük yapıyorlar. Her ikisi de aynı Eğitim kademelerinden geçmişler. Birisi, A.B.D.’de, diğeri, Avrupa’da, Almanya-Berlin’de aynı sürelerle Yurtdışı Dînî Hizmetlerde bulunmuşlar. Bir farkla, Mahmud Çelikoğlu Hoca’mız, ziyâde olarak, Diyânet Eğitim Merkezinde, bir nev’i ihtisas yapmıştır. 

Denilebilinir ki, Türkiye’mizde, İlkokulları bitirdikten sonra, İmam-Hatip Orta ve Lise’yi bitirdikten sonra, İlâhiyat Fakültelerinden me’zûn onbinlerce, Diyânet Eğitimi Merkez’lerinde bir nev’i ihtisas yapan ve yurtdışı Dinî Hizmetlerde bulunan yüzlerce, binlerce, muhtelif merkezlerde, vâiz’lik-müftülük yapan, yüzlerce zevât vardır. Öyleyse farkları, farklılıkları nedir? 

Tercüme-i Hâlinden anladığımıza göre, Mahmud Çelikoğlu Hoca’mız, bizler gibi, köy çocuğudur; Behemehal, çobanlık yapmıştır. Bu satırların yazarı da davar gütmüştür, çobanlık yapmıştır. Hâşâ! ayıplanacak bir şey değil. Başta Sevgili Peygamber’imiz olmak üzere, pek çok Peygamber de sabavet-gençlik yıllarında çobanlık yapmışlardır. 

Nasib-i Ezelisi, Takdir-i Tensib-i İlâhî ile, İstanbul’a gönderilir. İstanbul’da, Efsâne Hafız, Kurrâ’dan, Hacı Hafız, Hasan Akkuş’un Banîsi olduğu Nur-u Osmaniye Kur’ân Kursu’na kaydolunur. Burada, hıfzını tamamlar, Hafız-Kur’ân olur. Tecvid, Tashih-i Huruf, Aşere-Takrîb gibi Kıraat bilimlerini, Dînî Mûsikî’yi, şan-makam, Kur’ân-ı ve ezan’ı güzel okuma ses eğitimini-yönetimini hakkıyla ta’lim eder. Bu arada, İmam-Hatip Okulu’nun orta kısmını ve Lise’nin, 1,5 yılını, İstanbul İmam-Hatip Okulunda, diğer sınıfları da, İstanbul-Üsküdar İmam-Hatip Lisesinde okur, bitirir. 

Tabi’î’dir ki, saydığım, eğitim ve öğrenim safhatını, Erzurum’da veya Anadolu’nun herhangi bir ilinde veya ilçesinde de tamamlayabilirdi. 

İstanbul’da, 10 yıldan fazla kaldığı, Nur-u Osmaniye Medrese’si, yalnız, İstanbul değil, bütün Türkiye’nin ve gönül coğrafyamızın, kalbinin attığı, İstanbul’un Fethinden hemen sonra inşa ettirilen, dünya’nın en büyük A.V.M.’si (Alış-Veriş Merkezi) Kapalıçarşı’nın, asırlardır, İşâleminin, Halk Üniversitesi kabûl ettiği, Sultanhamam ve Tahtakale’nin sıfır noktasında, İstanbul’un, 7 Tepesinden, ikinci Tepe’sinin tam üzerindedir. Bir zamanlar burası Matbuatın kalbinin attığı yerdi. İstanbul, her arayanın aradığını bulduğu, Efsânevî, Şehir-Ülke... Bal arı’larından ba’zıları, tembeldir, Kovanı’nın bulunduğu en yakın yerlerde ne bulursa oradan bal alır döner, diğer ba’zıları ise, uzak mesâfelere uçar, tabiattaki bütün çiçeklerden bal derler kovanına döner.  

Üstad Necip Fazıl Merhûm, “İstanbul’a, akşama kadar zulmet, geceleri de sabaha kadar nur yağar,” derdi. 

Bu Efsunkâr Şehir’de, ba’zıları zulmette gark olur, ba’zıları da Nur’a kavuşur. 

Mahmud Çelikoğlu, talihiyle, hep Nur Mahfillerinden bulunmuş, burada, İstanbul zarafetini, nezâketini, Selîs, şiir gibi, İstanbul Türkçe’sini almıştır. İstanbul Kurrâ’sını dinlemiş, Fatih Camii’nde, Süleymaniye, Sultanahmed’de, dik sesli, usta’lardan ezanlar dinlemiş, onları kendisine örnek olarak seçmiş... Hiçbir kimseyi taklîd etmeden, kendi kendine geliştirdiği, Türk Tavrı Kur’ân okumasıyla, Dünya Kur’ân Okuma Yarışmasında birinci gelen, Reîsü’L-Kurrâ, Beyâzıd Camii Başimamı, Merhûm, Abdurrahman Gürses Hoca’mızın huzurunda Kur’ân okumuştur. 

Her biri, bir insan için ömür boyu Nümûne-i İmtisâl olan, pek çok İslâm âlimi, müftü, vâiz, Kur’ân Kursu Muallimi zevât ile görüşmüş, her birinden bir şeyler almıştır. 

Kısaca ve bir cümle ile ifade etmek gerekirse, İstanbul’da, “Osmanlı Terbiyesi,” ile terbiye edilmiş, müeddeb kılınmıştır. 

Pekiyi! Osmanlı Terbiyesi nedir, tezahürleri nelerdir? 

Osmanlı Terbiyesi, ezcümle, İslâm Ahlâk ve Fazileti, Peygamber edebini, İstanbul zarafet ve nezâketiyle cem’etmektir. 

Osmanlı Terbiyesi demek, bir Sırp-Hırvat çocuğunu devşirip, İslâm ile müeddeb edip, Enderûn’da Ahlâk-ı Hamîde ile tezyin edip, Saray’a damad, üç Kıt’a yedi iklim’de, hükümran olan Devletin en büyük Devlet Adamlarından birisi haline getirmektir. 

Osmanlı Terbiyesi demek, Mübâdele’de, İstanbul’dan göç edip, Yunanistan’a giden Rum’ların, yerli Rumlara, Yunanlı’lara, “Biz de Rumuz, ama, biz Osmanlıyız” demeleridir. 

Osmanlı Terbiyesi demek, İspanya’da, “ya Hıristiyan olursunuz, ya da kadınlarınız, çocuklarınız da dâhil bütün neslinizi kılıçtan geçiririz,” tehdidi karşısında, dünya’da sığınacak hiçbir ülke bulamadıkları için, Sultan 2.Beyâzıd zamanında ülkemize sığınan, Osmanlı Ülkesinde, 500 yıl kadar ferah-fehûr yaşayan, Yahûdî’lerden ba’zıları, başka sebeplerle İsrail’e göç ettiklerinde, dünya’nın muhtelif yerlerinden İsrail’e gelen Yahûdî dindaşlarına, “Biz de Yahîdî’yiz, ama, biz, Osmanlı Yahûdî’leriyiz,” demektir. 

Osmanlı Terbiyesi demek, İstanbul Ermeni’lerinin, dünya’daki Ermeni diaspora’larına, “Bizler de, Ermeniyiz, ama, biz, Osmanlı Ermenisiyiz, biz Osmanlı Devleti Âliyye’sinin, “Ümmet-i Sâdıkasıyız,” demeleridir. 

Çok basitçe, Osmanlı Terbiyesi demek, ast’larının, aşağıdakilerin za’afından dolayı onlara zulm etmemek, kendi insânî za’afından dolayı da üst’lerine yukarıdakilerine kendini ezdirmemektir. 

Komşularımızdan, akrabamızdan, babamız yaşındaki Beyefendilere, “Beyamca,” hanımefendilere, “Hanımanne,” demektir. 

Toplu Ulaşım vasıtalarında, izdiham dolaysıyla birinin ayağına bastığınızda veya vücud hareketinizle rahatsız ettiğinizde, özür dilemeniz, aynı hareket size yapıldığında, özür beyanı edildiğinde, “Bir daha olmasın,” demek yerine, tatlı bir tebessüm ile, “Esteğfirullah!” diyerek mukabele etmektir. 

Sınırlı bir müddet zarfında bile olsa, İstanbul’da, yaşamak, İstanbul’u yaşamak, Sultan Fatih’le Fetihte beraber olmak, Ebâ Eyyüp el-Ensârî’nin muhâciri, Akşemseddin Hazret’lerinin müridi, Kadı Hızır Bey’in, Molla Gürânî’nin, Molla Fenarî’nin talebesi olmaktır. 

İstanbul’da yaşamak, İstanbul’u yaşamak, Beyazıd-ı Velî’nin, Türkiye’de kıblesi milim milim, dosdoğru olan, Beyazıt Camii’nde, hiç değilse, bir vakit olsun, namaz kılmaktır. 

İstanbul’da yaşamak, İstanbul’u yaşamak, Yavuz Sultan Selim ile, Sina Çölü’nü iki def’a geçip. Emânât-ı Mukaddese’yi başının üstünde taşıyıp, Topkapı Sarayı’na Mukaddes Emânetler Dairesine yerleştirmektir. 

İstanbul’da yaşamak, İstanbul’u yaşamak, Sultan Süleyman’la, üç Kıt’a’da, yedi iklimi dolaşmaktır. 

İstanbul’u yaşamak, İstanbul’da yaşamak, Mihr-ü Mah’ın, İstanbul semalarında aynı anda cem’ini görmektir. Güneş, Edirnekapı Mihr-u Mah’ının üzerinde batarken, ay’ın, Üsküdar Mihr-u Mâh’ı üzerinde doğduğunu görmektir. 

İstanbul’da yaşamak, İstanbul’u yaşamak, Şehr’in her köşesinde, Mimârân-ı Cihân, Koca Sinan’ın bir Şaheserini görmektir. 

İstanbul’da yaşamak, İstanbul’u yaşamak, Tarihî Yarımada’nın, Kadîm İstanbul’un, Ka’be-i Muazzama’ya, Kıble’ye, en yakın Camii, İmamü’L-Mesâcid, Kıbletü’L-Mesâcîd, olarak vasıflandırılan, Fatih, Cankurtaran, Akbıyık Camii’nde, hiç değilse, bir vakit namaz kılmaktır...