Beyler, önce şapkalarınızı çıkarıp, koltuk altınıza alın. Ceket gitmiş olanlar, ilk düğmelerini iliklesin. Bacak bacak üstüne atanlar ayağını indirsin. Kravatları düzeltin. Ve siz sayın hanımlar, siz hiçbir şey yapmayın. Çünkü siz bu dünyadaki en güzel şeysiniz! 
Efendiler, Mustafa Kemal Atatürk döneminde, Nazi zulmünden kaçıp Türkiye'ye sığınan bilim insanlarından haberdarızdır. Haberdar değilseniz de şu an bir nebze de olsa olacaksınız. Dünya tarihinin en karanlık zamanlarından biriydi ve Orta Avrupa'dan ülkemize insanlar neden bu beyin göçünü yapıyordu dersiniz? Evet, bir diktatörden kaçıyorlardı. 
Bu zamanları değerlendiren bilim tarihçisi Engin Ardıç bu bilim insanlarına çeşitli yaftalamalarda bulunmuştur. Neyi yediremediği ya da sindiremediği bir muallâk olsa da, günümüz Türkiye'sinde işler ne derece tersine döndü, görmekteyiz. Konu dağılmasın; demem o ki: Philip Schwartz ile dönemin Millî Eğitim Bakanı Dr. Raşit Galip ile bu bilim insanlarının Türkiye'de çalışma koşullarını belirleyecek olan genel bir anlaşma sağlandı. İmzalar atıldı. Pekiyi, o anlaşma ne miydi?
Anlaşmada yazan şey şu imiş; yabancı profesörler üniversitede tam gün çalışacaklar ve ek bir iş yapmayacaklar. Öğrenciler de çevirmenler ile birlikte ortak hareket ederek Türkçe ders kitapları hazırlayacak ve en geç üç yıl içerisinde Türkçe ders vermeye başlayacaklar. Konjöktürdeki yabancı dil eğitim sorunumuz göz önüne getirildiğinde, geçmişte Türkçe'ye ne denli değer verildiği gözler önüne seriliyor. Durun bir bakalım!
Millî Eğitim Bakanlığı, yabancı bilim insanlarına hizmetlerimin karşılığı olarak ekibini Türkiye'ye getirip, çalışma imtiyazını sağlayacak, devlet güvencesi verecekti. Nitekim öyle de oldu. O dönem milletvekilerinin tam tamına üç katı fazla maaş alan yabancı profesörler yer alıyor iken; şuan durum neden tam aksine çark etti? Ki şu an lisans eğitiminden bahsediyoruz. Fakat ülkemizde ne yazık ki artık ilköğretim çağından kopuk bir eğitim - öğretim sistemi var. Beyin göçünü bırakın, artık dışarıdan ülkemize gelen tek bir dünya vatandaşı yok. Bak sen! 
Bildiğiniz üzere dün Gülse Birsel Hürriyet'teki 'İnsanlar Korkuyor' başlıklı köşe yazısında pek de güzel bir şekilde ülkedeki insanların neden yurt dışı hayalleri olduğunu anlattı. Tespitlerde tek bir uçarılık, tek bir kaçarılık yok. Lafının üzerine laf etmeyeceğim, ama bence pek bir yumuşak bir dil kullanmış. Bu da bize karşı yapılan dayatmalardan kaynaklanıyor. Onun yerinde olsam, 'sizin gibi din tüccarları ve simsarları arasında nasıl aydın bireyler yetiştireceğini bilmez hale geldi ülke!' derdim. Şöyle ki; toplumun dert ettiği tek şey aydın bir birey ya da bireyler yetiştirmek de değil, ama fırsat bulur ise çocuklarına iyi bir gelecek inşa etmeye çalışıyor olacaklar. 
Unutmayın; yüzünü batıya dönse, ensesine doğudan tokat yiyen bir arzu hal içerisinde bulunan ülkemiz için çok ütopik hayaller kuruyor gibiyiz. Yeni coğrafyalar arıyoruz artık. Yorgunuz. Yıkılmış bir durumdayız. Çünkü her bir yanımızda ne idüğü belirsiz kişi ve kişiler var. Eğitimde, öğretimde, caddede, sokakta, bakkalda ve manavda her yerde birbirine diş bileyen insanlar var. Pekiyi, neden? İdeolojik savaşların içindeyiz çünkü.
Objektif bir gözlem ile, bu dönemlerin öncesi, cumhuriyetin ilk yılları Avrupa'dan beyin göçü alan Türkiye şu an ne hâle geldi? Biri bizi tutup, 'haydi Berlin'e, Paris'e, Madrid'e ya da Londra'ya gidiyoruz!' dese, sorgu sualsiz ardımıza bakmadan gideriz. Çünkü artık umudu kesmiş bir biçimde o sihirli bir değneği mi, lambadan çıkacak cini mi bekliyoruz, bilmiyorum, ama hiç iyi şeyler olmuyor sayın ülke patronları. Bence fanuslarınızdan çıkın. Halkın nabzını yoklayın!
Beyler, siz de şapkalarınızı takın artık. Ceketinizin düğmesini açabilirsiniz. Bacak bacak üstüne de atabilirsiniz artık. O nefret ettiğiniz boyun bağlarınızı da fırlatın gitsin. Ve hanımlar; siz hâlâ güzelsiniz. Bu dünya için çok güzelsiniz!