Önceki yazılarımızda Ene ve Benliğin nasıl yanlış anlaşıldığını belirtmiş; Ene’nin mahiyet ve içyüzünü nazara vermiştik. Bu durum ise, insanın aklına şöyle bir soru getiriyor:

     -Niçin Allahın sıfat, vasıf, özellik ve isimlerinin marifeti / bilinmesi Enaniyet ve Benliğin varlığını icap ettiriyor?

     -Çünkü mutlak / kayıtsız, sınırsız ve muhit / kuşatıcı bir şeyin hududu, nihayeti ve sonu olmadığı için, ona bir şekil verilmez. Üstüne bir suret / biçim, görünüş ve bir taayyün / belirlilik vermek için hükmedilmez. Mahiyeti, aslı ve esası ne olduğu anlaşılmaz.

     Mesela zulmetsiz / karanlıksız daimî / devamlı ve sürekli bir ziya / ışık bilinmez. Hissedilmez. Ne vakit hakiki / gerçek veya vehmî / var kabul edilen bir karanlık ile bir hat / çizgi çekilse o zaman bilinir.

     Nitekim; sönmeyen, yok olmayan, sürekli var olan bir aydınlık, bir ışık içinde bulsaydık kendimizi; hiç karanlık olmadığı, karanlık nedir bilmediğimiz için, ışığın varlığını kabul etmez, reddederdik! 

     Tıpkı balığın suyun varlığına karşı çıkacağı gibi. Çünkü suyun içinde olduğu için suyu göremez. Zira sudan başka bir şey yoktur ki, suyu görebilsin de varlığını kabul etsin. 

     Aynen basiret gözü olmayanların Allahın varlığını inkâr ettikleri gibi. Oysa Allahın görülmeyişi, olmayışından değil; zuhurunun şiddetindendir. Çünkü O’nun isim ve sıfatlarının tecellisinden başka bir şey yoktur ki, basiretsiz gözler O’nu görebilsin. Âdeta zâtı / varlığı perde olmuştur zâtına.

     İşte Allahın ilim, kudret / her şeye gücü yetici, hakîm / hikmet sahibi ve rahîm / çok merhametli gibi sıfat ve isimleri; muhit / her şeyi kuşatıcı, hudutsuz ve şeriksiz / ortak ve yardımcıdan uzak oluşlarından ötürü; onlara hükmedilmez, ne oldukları bilinmez ve hissedilmez.

     Öyle ise, hakiki sınırları olmadığından, farazî / hayalî ve vehmî / kuruntuya dayalı bir sınır çizmek gerekiyor. Onu da Enaniyet ve Benlik yapar. Kendinde vehmî / hayalî bir rububiyet / rablık, bir malikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur ve var kabul eder. Bir had / sınır çizer. Onunla muhit / kuşatıcı sıfatlara mevhum / vehmî bir sınır koyar.

     “Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur.” diye bir taksimat / bölüşme yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyet ve aslını yavaş yavaş  anlar.

     Mesela, tasarruf edebileceği / istediği gibi kullanabileceği mülkünde; vehmî rablığıyla, imkân dairesinde Yaratanın rablığını bilir. Görünüşteki malikiyetiyle, Yaratanın gerçek malikliğini fehmeder / anlar: “Bu eve benim sahip olduğum gibi, Yaratan da şu kainatın / evrenin maliki ve sahibidir.” der.

     Azıcık bilgisiyle O’nun ilmini fehmeder. Edindiği san’atçılığıyla; asıl sanat sahibi, benzersiz   eserler ortaya koyan Allahın san’atını anlar.

     Mesela “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim / düzenledim ise, şu dünya evini de birisi yapmış ve tanzim etmiş / düzenlemiştir.” der.

     Bunun gibi bütün sıfat ve İlâhî işleri bir derece bildirecek, gösterecek binlerce esrar, sırlar,  haller, sıfatlar ve hisler; Ene ve Benlik’de var ve içine konmuştur.

     Öyleyse Ene, Enaniyet ve Benlik ayna gibidir. Aynada görülenler ise, aynadan değildir. Aynadan kaynaklanmıyor. Sadece aynada görülüyor. Çünkü ayna menba / kaynak değil, mazhar / zuhur yeri, o şeyin göründüğü, tecelli ettiği, yansıdığı mekân ve yerdir.

     Nitekim; kitaptaki harflerin kitapta yer almalarının sebebi; kendileri için değil; delâlet ettikleri, gösterdikleri, taşıdıkları mânaları aksettirdikleri içindir. 

     Demek ki, Ene ve Benlik bir Vahid-i Kıyasî / Ölçü Birimi, âdeta bir İnkişaf ve Keşif Âleti’dir. 

     Demek ki, Ene ve Benlik; bir şeyin kendisini değil de, sanatkârını, ustasını, sahibini bilip tanıtan Mâna-i Harfî gibidir. 

     Mânası kendinde olmayan ve başkasının anlamını gösteren insaniyet ve insanlığın kalın ipinden şuurlu / bilinçli bir tel. İnsanlığın gerçek yüzünün hulle ve elbisesinden ince bir ip. İnsanın yaratılış amacına uygun; varlık kitabından bir eliftir ki, o elif’in iki yüzü var. 

     Biri  hayra / iyiliğe ve vücuda / varlığa bakar. O yüz ile yalnız feyze / ihsan, bağış ve kereme kabildir. Vereni kabul eder. Kendi icat edemez. O yüzde fail / yapan değil; icattan ise eli kısadır.

     Bir yüzü de şerre / kötülüğe bakar. Ademe / yokluğa gider. Bu yüzde o fail / fiili yapandır. 

Fiil sahibidir.

     Hem onun mahiyeti harfiyedir. Başkasının mânasını gösterir. Rububiyeti hayâlîdir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammül edemez / katlanamaz. Hiçbir şeyi yüklenemez. Belki, eşyanın derece ve miktarlarını bildiren mizanülhararet / termometre ve mizanülhava / barometre gibi mizanlar / ölçüler çeşidinden bir ölçüdür ki, Vacibü’l-Vücudun / varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyaç duymayan Allah’ın; mutlak / kayıtsız ve sınırsız ve muhit / kuşatıcı ve hudutsuz sıfat ve niteliklerini bildiren bir mizan / bir ölçüdür.

     İşte Ene ve Benliğin mahiyetini bu şekilde bilen ve iz’an eden / basiret ve anlayış sahibi olan kimse; Emaneti bihakkın / hakkıyla eda eder / yerine getirir. O Ene’nin dürbünüyle kâinat ve evrenin ne olduğunu ve nasıl bir vazife / görev yaptığını görür ve anlar. Ona göre hareket eder. 

     Afakî / haricî malûmat nefse geldiği zaman, Ene’de bir musaddık / tasdik edici görür. O ilimler, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet / karanlık ve abesiyete / faydasız ve gayesiz oluşa inkılâp etmez / dönüşmez.

     Ne zaman ki Ene, vazife ve görevini bu şekilde ifa edip yerine getirdi; vahid-i kıyasî / ölçü olan mevhum / var olmadığı halde var sayılan rububiyetini ve farazî / hayalî malikiyetini terk eder. Hakikî ubudiyetini / kulluğunu takınır. Makam-ı ahsen-i takvime / yaratılışın en güzel, en yüksek makamına çıkar.

     Eğer o Ene, hikmet-i hilkatini / yaratılış amacını unutur. Vazife-i fıtriyesini / yaratılış görevini terk eder. Kendine mâna-i ismiyle / kendisine kendisi için baksa, kendini malik itikat etse / malik  sansa; o zaman Emanet’e hıyanet etmiş olur.

     İşte bütün şirkleri / Allah’a eş koşmaları ve şerleri / günah ve kötülükleri, dalâletleri / doğru yoldan ayrılmaları tevlit eden / doğuran Enaniyet’in bu cihetidir. İşte bu husus Yer ve Gökleri; Emaneti kabul etmekten alıkoymuş. Dehşet içinde kalmalarına sebep olmuş. Farazî / hayalî bir şirke düşmekten korkmalarına neden olmuştur.