Belediye seçimlerinin üzerinden bir hafta geçti ancak, sular bir türlü durulmadı?... Geçmiş seçimleri dikkate alacak olursak; hiçbir seçimde böylesine trajik sahnelere yer verilmemiştir!... Bilindiği gibi, seçim anlaşmazlığı sebebiyle öldürülen insanlar olmuş ve hâlâ elektrikli atmosfer (4 Nisan 2014 Cuma) devam etmektedir... 
Oylarda yanlışlıklar olmuş ve Yüksek Seçim Kurulu, tekrardan oyların sayılmasını uygun bulmuş ve fakat, Sayın Kurul mensupları şayet varsa, yanlışları bulmak için ciddi çalışmalara girişmiş olmasına rağmen, halk kitleleri bilhassa Ankara’da ağır protesto gösterilerine kalkışmış ve bu durum bir çok İl veya İlçemizde de uygulanmaktadır... 
Bu durum şunu göstermektedir: “Seçim Sandıklarına” hile karışmış vs. sadece bir bahane olmuştur inancına itibar edilmesine yol açmaktadır!... Zira, göstericilerin polisle çatışması, partizanlardan ayrı bir de “İşçi Kuruluşları”nın bir şekilde yürüyüşlere katkıda bulunabilme isteğiyle hareket edişleri, meseleye daha değişik açılardan bakılmasına başlıca sebep teşkil etmektedir!... 
Ana-muhalefet partisi “CHP”nin Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu, Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan bahsi geçti mi, hakaret yağdırmakta: (Cumhurbaşkanlığı makamına hırsız geçirmeyiz) buyurmaktadır. Görülüyor ki, seçimden evvelki şamata, seçimden sonra da devam edip gidecektir!... 
Bu doğru mudur? Hangi ülke olursa olsun, şayet o ülkenin insanları siyasî kutuplara ayrılmışta, yekdiğerine hasım durumuna gelmişse, öyle bir ülkenin yarınları meçhul demektir!... 
Bendeniz, hiçbir siyasî kuruluşun; ne üyesi ne de taraftarıyım! Ancak, cümlemizin vatanı Türkiye söz konusu oldu mu, işte o zaman akan sular durur ve derhal bir yazarın en tesirli silâhı olan naçiz kalemime sarılır, mücadeleye girişirim! 
Peki denecektir ki, muhalefet partileri vatan için mücadele vermiyorlar mı? Cevabım şu olacaktır: Hayır! Yalnız muhalefet partileri değil, iktidar dahil yıllardır makam mücadelesi vermektedirler. Şayet öyle olmasaydı, İktidar Partisi derhâl harekete geçer, Başbakan, Cumhurbaşkanımıza istifasını takdimle, Yüce Yargıya müracaatla bu iğrenç iftiralara son verdirtirdi!
Ama yapmamakta, kendilerinin gayet temiz olduklarını bildikleri halde, sırf iktidarı kaptırmamak için, iğrenç iftiralara bir nevi katlanmaktadırlar!.. 
Belediye seçimlerini açık farkla kazanan AK Parti’nin böylesi ağır koşullar içinde bilhassa “dış siyasette” fazla başarılı olabileceğini hiç sanmıyorum!... 
İktidar Partisi’nin iç siyasette başarılı olduğu da söylenemez. Ancak kısmi başarıları varsa da yeterli değildir... AK Partinin açık farkla seçim kazanmasına gelince: AKP’li olmayan binlerce vatandaş, sırf muhalefet partilerine inanmadığı için AKP’ye oy vermeyi yeğlemişlerdir. Bu durum, 1976’lardan beridir böyle olmaktadır ve öyle sanıyorum ki, daha çok seneler böyle kalacaktır. Çünkü, CHP bir türlü Halk’a çıkmayı becerememiş ve her daim kendisini kaf dağında görmüştür!... 
Gerçi, AK Parti’nin bilhassa ulaşım ve diğer sosyal alanlarda bahse değer hizmetleri olmuş ve olmakta berdevamdır. Sayın Başbakanımız Tayyip Erdoğan’ın bu hususta özel çalışma ve gayretleri ziyade olmuştur. Dolayısıyla bizim makalemizde bütün bu hususları es geçtiğimiz sanılmasın. Tabii ki, bu husus tarafımızdan her daim takdirle karşılanmıştır. 
Ancak, muhalefet Partileri’nin devamlı saldırıları, bilhasa Başbakan’ın “hırsızlıkla” itham edilmesi ve daha bir çok iftiraya maruz bırakılması vs. AK Parti Hükümeti’nin hem iç ve hem dış siyasetinde devamlı olarak istikrarlı çalışabilmesini engellemiş ve hâlâ engellemeye devam etmektedir... 
İşte bizi asıl üzen ve endişelere sevk eden asıl faktör bu olmuş ve de olmakta berdevamdır. TCBMM, ülkemizin hayati meselelerini adeta bir yana itmiş, AK Parti ve özellikle mezkûr parti’nin Başkanı ile uğraşmaktadır... 
Özellikle CHP Genel Başkanı’nın son derece hırslı ve yıpratıcı sloganlarla Sayın Başbakan’a saldırması ve bir takım tehditkâr yürüyüşlerle gözdağı vermeye çalışması ve buna paralel olarak bazı gizli örgütlerin mensupları tarafından düzenlenen çatışmalı sokak yürüyüşleri... Bizlere mutlu yarınlar vaat etmemektedir!... 
Medyamızın belli başlı gazete ve TV kanalları devamlı olarak muhalefet kanadında yer almakta ve sistemli şekilde AK Parti’yi halkın gözünden düşürmeye çalışmaktadır. Evet! Durum bu merkezdedir. 
TV-Haber saatlerinde muhalefet partileri’nin Sayın Başkanları en acımasız tenkitlerle iktidar partisine de değil, doğrudan Sayın Başbakan’a hücum etmektedirler... 
Niçin Tayyip?... Gayet basit; Tayyip çünkü, Başbakan Hükümetin başı olduğu için, doğrudan Milleti temsil etmektedir ve onların aslında dertleri Sayın Tayyip değil; doğrudan milletin kahir ekseriyeti tarafından tercih edilmiş olmasıdır. Yani, asıl hedefleri millettir, ama bu açık söyleyecek olurlarsa, bir dahaki sefere sadece iktidar yolunu değil, TCMM’de rüyalarında dahi göremezler de ondan Sayın Başbakan’a veryansın etmektedirler!... 
Ülke içindeki sağcı partiler her daim CHP karşıtı vatandaşların oy katkısıyla iktidar olmuşlardır ve bunlardan birisi de AK Parti olmaktadır... 
Belli başı köşe yazarlarının sosyalist kanadından olanlar adeta basiretleri bağlanmış gibi hareket etmekte ve bir kör inadın peşinden koştukları için, acı gerçeği görememektedirler... O gerçek şudur: seçim kazanmak, iktidar olmak vs. hiçbir zaman ülke hizmetinde öncelik kazandırmaz. Zira, ideolojiler ile vatan sevgisi aynı şey değildir. Herhangi bir ülkeyi idare etmekle mükellef hükûmet ve muhalefet, yani bir bütün olarak Parlamentosu şu esasa riayet etmek mecburiyetindedir: (dıştan kaynaklanmış siyasi doktrinleri, ülke idaresinin simgeleri durumuna getirmemelidir. Çünkü yabancı doktrinler her ne kadar değerli olursa olsun, hiçbir zaman mezkûr ülke halkının bütününü kavramaz. Çünkü tek kelime ile ithal malıdır, kimi vatandaşa uyar, kimi vatandaşa da dar veya bol gelir...) Hemen her millet ülkesi idaresini kendi bünyesinden kaynaklanan bir sisteme göre uygulamak mecburiyetindedir. Aksi takdirde zaman içinde büyük anlaşmazlıklar meydana gelir ve bu da ülkeye ciddi zararlar verir... 
Her millet siyasi doktrininde kendi milli kültürünü esas olmak mecburiyetindedir. Yanî muhakkak kendi bünyesinden edineceği bir millî doktirini olmalıdır. İmparatorlukların devamı olan günümüzdeki ülkeler ise; her şeyden evvel asırlarca iç içe yaşadığı kavimlerin birleşik yönlerini dikkate alarak bir bütünün tamamını değerlendirmelidir. Ülke bütünlüğünde; “Çoğunluk-Azınlık” faktörü asla itibar görmemelidir. Zira; herhangi bir ülkenin insanları azınlık ve çoğunluğa göre değerlendirilirse, sonu hüsran olur çünkü bu inançtan ancak maraz doğar ki, zaten öyle olmaktadır!... 
CHP’nin bu hususta ne düşündüğü sorulacak olursa; cevabı gayet basittir: (Sosyal çerçeve içerisinde Demokrasiyi savunmasına rağmen, “gizli faşist” denebilecek bir yapıya sahiptir. Bunun doğruluğu açısından değerlendirilmeye gidilecek olunsa: (Türkiye-Ermenileri Vakıfları) hakkında düşüncesi ve takındığı tavır yeterlidir!..) 
Bence CHP’nin başlıca talihsizliği; “Atatürk’ten sonra, Cumhurbaşkanlığı koltuğuna geçen zatın, CHP Genel Başkanı merhum, İsmet Paşa’nın (1884-1973) (İnönü)” olmasıdır. Zira, merhum İnönü Paşa’nın tarihi bir şahsiyet olmasıyla birlikte, Gazi Hazretleri’nin de yakın arkadaşlarından oluşu, CHP’lilerde aşırı bir gurur meydana getirmiş ve istemeden de olsa, zaman içinde ve biraz da dünya hadiselerinin tesirinde kalarak, hiç de fark etmeden halktan uzaklaşmaya başlamışlar, aynı bünyeden çıkan Demokrat Partililer de (DP) bu durumdan haklı olarak dilediklerince istifade edebilmişlerdir... Çok partili döneme geçildikten sonra, (1946 ve 1950) Milletvekili seçimlerini yaşamış olanlarımız kayda geçilen tarihlerde ne yaman müşküllerin bir diğerini kovalamış olduğunu gayet iyi bilirler. 
1950 seçimlerini kazanan DP’nin iktidara gelişini tabiri caiz ise adeta bütün Türkiye selâmlamıştı. Selâmlamıştı ama, çok önemli bir husus dikkatlerden kaçmıştı ve hâlâ öyledir; seçimleri kazanan DP mensupları bilindiği gibi CHP’nin bünyesine mensup kimselerdi ve ikiye bölünen bir parti görünümünü vermemesine rağmen aslı buydu ve bu durumun gözlerden uzak kalmasının başlıca sebebi, ekseriyet teşkil eden CHP karşıtı olanların aşırı sevinç akımı içinde dikkatlerden kaçmış olmasından kaynaklanmış oluşudur. 
Nitekim, Demokrat Parti (DP) 1954’lerden itibaren kademeli şekilde “otoriter” bir görünüm sunmaya başlamış ve bu otoriter tutumu kısa zamanda, sertleşmeye başlayarak durumu “Vatan Cephesi” eylemlerine kadar sürdürülmüş ve böylece (CHP ve DP) çekişmesi daha ağır boyutlara varmadan, başlıca güvencemiz Türk Ordusu (27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi) ile daha feci durumlara gelinmeden kavgayı önlemişti. Ancak, Yassı-Ada duruşmaları esnasında, bazı gayrı samimi kimselerin geri plandan çevirdikleri entrikalar neticesi, DP ileri gelenlerinden üç değerli devlet adamımız nahak yere idam edilmişlerdir. 
Ülkemizde zuhur eden bu yakın tarihe kazanmış trajedinin aslı sorumluları, (CHP ve DP) olmuştur. Muhatapları ise: “Sayın Recep Peker ile Sayın Celal Bayar’ın, rakiplerine müdafaa hakkı tanımadan gayet sert şekilde rakiplerini yıpratmaya kalkışmaları, ipin ucunu kaçırtmış ve bir daha asla onarılamaz hale gelen siyaset ortamı, üç masum insanın idamına kadar sürmüş. Dahası varlığını günümüze kadar sürdürmüştür...
21 Temmuz 1946 tarihinde yapılan milletvekili genel seçiminden, 12 Temmuz 1947 tarihinde yayınlanan “12 Temmuz 1947 Beyannamesi”ne kadar geçen süre, çok-partili hayata geçiş sürecinde en kritik dönem olarak nitelendirilir. Bu dönemde iki parti arasındaki siyasal mücadele, karşılıklı suçlamalar gittikçe sertleşmiş: Peker Hükümeti, muhalefeti yasa dışına çıkmak ve halkı isyana kışkırtmakla; Bayar ise, Peker’i, DP üzerinde sürekli baskı uygulamak ve (Tek-Parti) geleneklerini sürdürmekle suçluyordu. 
Partiler arasındaki ilişkilerin kopma noktasına ulaştığı bu dönemde sorunu çözmek için İnönü aracı oldu. 1947 yılının yaz aylarında her iki parti arasında gayr-i resmi görüşmeler oldu ve iki parti Milletvekilleri arasında uygulanan görüşmeler esnasında da, İnönü, Bayar ile Peker arasında aracılık yaptı. 
CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ile Başvekli Recep Peker, birbirlerine açıkca ters düşmüş oldular. İnönü muhalefete karşı daha yumuşak ve hoşgörülü bir siyaset izlenmesi gerektiğini düşünüyor ve bu konuda Partisini ılımlı bir tavır almaya ikna etmeye çalışıyordu. Başbakan Peker ise, tek-parti döneminin geleneklerini sürdürülmesinden yanaydı ve CHP içinde DP’ye daha sert davranılmasını isteyen sertlik yanlısı gruba dayanıyordu. 
Kısa bir süre sonra İnönü-Peker tartışması gizlenemeyecek bir durum aldı ve Başbakan Peker, partiye güvenerek İnönü ile açık bir çatışmaya girişti. Peker’e göre; İnönü, Cumhurbaşkanı olarak ve Anayasa gereğince, hükümet politikasına dışarıdan müdahale edemezdi. Böyle bir durumda Meclis’in İnönü’ye karşı çıkabileceğini belirtti. Peker’e göre, siyasi partiler arasında hakemlik fikri anti-demokratik bir görüştü; hakem, ancak seçim zamanında ulus olabilirdi. Bu sebeple Cumhurbaşkanı partisinin dışında ya da üstünde yer alamazdı... 
Başbakan Peker ve parti içindeki sertlik yanlısı grup, kısa süre sonra hem DP ve hem de CHP’nin ılımlı kanadı tarafından sürekli ve sert biçimde eleştirilmeye başlandı. CHP içindeki ılımlı grupla sertlik yanlısı grubun çatışmasında Cumhurbaşkanı İnönü, tarafsız kalmadı ve alttan alta, sonra da açıkça Peker’e karşı parti içi ılımlı kanadı temsil eden “Gençler Grubu” olarak bilinen kanadın yanında yer aldı... Sonunda daha fazla direnmeye gücü kalmadığı için 9 Eylül’de görevinden istifa etti. 16 Şubat 1950’de TBMM’de kabul edilen seçim yasasına göre, tek dereceli genel eşit seçimlerin adli denetim altında yapılması sağlandı... Ancak muhalefetin itirazlarına rağmen, çoğunluk sistemi kabul edildi. 
Daha sonraki yıllarda meydana gelen hiç beklenmedik olaylar ki, bunları izah için, sütunumuz yeterli olmadığından, doğrudan Türkiye’nin dünlerde ve günümüzde vazgeçilmez bir inatla iç siyasetinde kırıcı, yıkıcı bir yolu tercih etmesi, ülkemizin yarınları hakkında hiç de iç açıcı tahminlerde bulunulamayacağı aşikardır!... 
Dememiz o dur ki, Türkiye’nin bu inatlaşma durumundan bir an evvel kurtulması, iktidar ve muhalefetin aynı ülkenin insanları tarafından sağlandığı, yani aynı milletin mensupları oldukları bilhassa düşünülmelidir!... 
Ülkemizin Başbakanı’na ağır yıkıcı ithamlarla saldırmak, Hükümeti asıl konulardan uzaklaştırmaya çalışıp, çalışamaz hâle getirmek, hemen hiçbir unsurumuza hayır getirmez! Lütfen gerçekleri görelim! Gerçek ise şudur: Biz yekdiğerimizi yıpratmaya çalışırken, Allah korusun, ülkemiz elimizden gidebilir! Evet! Acı gerçek budur! İnanılsa da inanılmasa da, uçuruma doğru bir gidiş mevcuttur, hem de gözle görülen bir kara gidiş!... 
Saygıdeğer okurlarım, inşallah yeni bir makalemde buluşabilmek umudu ile, cümlenize hayırlı yarınlar diliyorum efendim.