“Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.”
                                                  - Yahya Kemal-

Asırlarca Türk İmparatorluğuna payitahtlık etmek şerefine erişmiş, nice Türk büyüğünün şan ve şerefini bağrında taşımış, Osmanlı-Türkü’nün aziz şehitlerine candan kucak açmış ve de hemen her semtinde hayratlarıyla belde halkını içtenlikle kucaklamış, bu eşsiz emsalsiz Belde-i Şahane’nin, asırlar sonra, “ULAN” kelamına muhatap edilmesi akıl alır iş değildir?!...
Durum şunu gösteriyor ki, bizler mukaddesatlarımızı dahi hiçe sayabilecek derecede yozlaşmış, millî benliğimizi, tamamen yitirebilecek noktaya gelmişiz... Şayet öyle olmazsa TV-dizi’si için hazırlanan bir senaryonun adını bu derece yoz bir kelamla noktalamaya kalkışmazdık!..
“Ulan İstanbul!”, “Ulan hergele” gibi bir çağrışım yapmaktadır ve de insan sormadan edemiyor: “Bu lânet ismi çok aradınız mı?...” Gerçekten, çok aramışlar mıdır?... Tabii ki, bu durum tabii bir merak konusudur!... Zira, bilhassa yabancı ülkelerde hayranlık uyandıran “Sultan Ahmed Camii” ile antik meydanı ve ayrıca “Aya-Sofya Camii”nin antik özellikleri ki, bilhassa turizm açısından son derece, maddi manevi değer taşımaktadırlar ki, bunlar İstanbul’un sadece birer küçük sembolleridir. Zira, İstanbul bir bütün olarak antik değer taşıyan ender şehirlerdendir.
Mezkûr dizideki işlenen konu, her ne kadar iyi niyetli olursa olsun, “Ulan” deyimi, bu tarihi ve cihanın gözdesi Belde’ye asla yakışmamaktadır! Temennimiz odur ki, bu argo sözcük, kaldırılsın ve yerini uygun bir isim alsın.
Bizler düşüncelerimizde, tasarladıklarımızda her ne kadar dürüst olursak olalım, her ne kadar art niyetimiz olmazsa olmasın, her düşünce, her tasarı her konuya uygun düşmez.
Şehirlerin insan hayatında olduğu gibi, Devlet katında da büyük çapta önem taşır. Çünkü mezkûr ülkenin kendine has kültür seviyesini açık bir öneme haizdir.
Bu konuda söz konusu olan İstanbul ise, daha da titiz davranılması icap eder. Çünkü, yüce milletimizin Cihan hâkimiyeti tasarısında birinci derecede rol oynayarak, Türk Cihan Hakimiyetinin kapularını ardına kadar açmış olan bir aziz beldedir!... Türk lisanındaki incelik ve insana huzur veren ahenk ise hiç şüphesiz, “İstanbul şivesinde mevcuttur.” Tek kelime ile, İstanbul Türkçesi, doğrudan edebiyat lisanıdır.
Görülüyor ki, “Ulan İstanbul” deyimi bu canım beldeye hiç mi hiç yakışmamaktadır!... Kaldı ki, son yıllarda adeta moda haline getirilen aile komedileri, aile dramlarındaki tiplemelerin hemen hiç birisi, İstanbul halkını temsil eder mahiyet arz etmemekte; “Taşra ile İstanbul” arası, garip bir görünüm sergilemektedir.
En fakirinden, en zenginine, en soylusundan, en sıradanına varıncaya kadar, İstanbullu’yu, İstanbullu yapan başlıca özelliği, hiç bir hususta, hiçbir konuda, muhatabına her daim: “Hay! Allah müstahakkını vermesin!” demesidir ki, bu tutumu onun yüksek bir öğrenimin, yüksek bir kültürün meydana getirdiği bir toplum olduğunu simgeler.
Gerçek İstanbullu hiçbir zaman yoz olmamış, nükteli hitaplarını hiçbir zaman sululuk derecesine vardırmayıp ve bilhassa şıllık olmaktan her daim uzak kalmıştır.
Bakıyoruz ki, günümüz TV-Dizi senaristleri, İstanbulluyu hiç görememiş ve dolayısıyla anlayamamış kalemler olarak, dilediğince yazıp, çizebilmektedir!...
TV yapımcıları ise; “reyting” denen bir illetin ardına takılmış olduğundan, etrafını görebilmekten yoksun; meselenin tamamen dışında; sunulan senaryonun içeriğinden ziyade, seyirci tarafından tutunup veya tutunamaması noktasına saplanıp kalmaktadır!...
Son yıllardaki, TV’nin şow programlarında yer alan; aşırı laubalilikler, aşırı sululuklar ve aşırı hareketlerin hemen hiç birisinin; ne bizim insanımızın mizacına uyması ve ne de espiri anlayışımıza hitap etmesi asla beklenemezdi. Nitekim, “gayeye özel seyirciler” tarafından kahkahalarla alkışlanmaları sadece kendi kendilerini tatmin etmenin ötesine geçememiş ve zaten asla da geçmeyecektir!...
Ancak, ne var ki, sadece mezkûr programları seyretmemek, “milliyetçi ve mukaddesatçı” kesimleri bir hususta yaya bırakmışlar ve diledikleri yönde yürümekten hiç mi hiç geri kalmamışlardır!...
Bu niçin böyle olmuş? Şunun için böyle olmuştur; bizlerin binlerce ata sözümüz ve deyimlerimiz varken, onları dahi dikkate almamış ve sadece: “Dediğim dedik, çaldığım düdük.” deyiminden ötesine, kuka vermemişiz!...
Bunun böyle oluşunda ikinci bir faktör de şudur; bizlere takriben bir asırdır ki, öğrenim olarak bizlere sunulan; yabancı kültürü olmuş ve bizler böylece kendi öz benliğimizden her geçen gün biraz daha uzaklaşarak, nihayet günümüzdeki acınacak hale gelmişiz!...
Türk Tarihi olarak bizlere öğretilen sadece ve sadece “Askeri Zaferlerimiz” olmuş ve bunun dışında hemen hiçbir bilgi edinememişiz. Meselâ “Selçuklular Tarihi bir bütün olarak bilinmemektedir.” Keza, Osmanlı-Türk Tarihi de aynı şekilde çoğu yönleri bilinmeyen bir sırlar hanesi olarak karşımızda durmaktadır. Hele en yakın ve içinde yaşadığımız çağın Türk Devleti, Cumhuriyet Türkiye’sinin tarihi hakkında da doğru düzgün bilgilere sahip değiliz. Bizlere daha ziyade sunulan “Siyasi tarihtir ki,” o da sadece kendi dönemindeki siyasî gidişin paralelinde değerlendirilmektedir.
Halbuki, hangi açıdan olursa olsun, tarih bir bütün olarak ele alındığı ve nispet dahilinde gerçekleri yansıtabildiği kadarı ile tarihtir. Aksi takdirde ise, ona tarih diyebilmek için, ya zır cahil veya tamamen art niyetli olmak lâzımdır!...
Hemen, hemen bir çok zaman bu sütunlara aktarmışımdır; Türkiye bir İmparatorluğun devamı olan, yeni bir Türk Devleti’dir. Dolayısıyla İmparatorluk döneminde asli vatandaş sayılan kavimlerin mensupları, Cumhuriyet döneminde, birden bire, kenara itilmişliği, haklı olarak bir türlü hazmedememişlerdir. Ve zaten edebilmelerine de imkân yoktur!...
Düşünün, dedelerinden itibaren ikamet ettiğin muhteşem bir malikanenden aniden dışlanıp, evsiz, yurtsuz bir konuma düşmekte ve daha sonraları ise, ancak kiracı sıfatı ile ülkende yaşayabilmektesin?!.. Yani, mal sahibi seni her an kapının önüne koyabilecek konumdadır.
İşte günümüz Türkiye’sinin başlıca derdi ve problemi budur. Ne yazık ki, bu husus başka, başka görüşlere tabi kılınmakta ve gayrı Türk olanlar, tek kelime ile asli vatandaş sayılmamaktadırlar!...
Bu vahim durum, “Lozan Antlaşması”nda tam bir teşekkülle hayat bulmuş ve böylece adına “mübadele” denen ve bir nevi Tehcir sayılan ikili göçler bir diğerini izlemiştir.
Binbir mahrumiyet içinde Trakya kanalı ile bizlere gönderilen Yunan-Türkleri ve bizden Yunanistan’a gönderilen Rum ve Yunan kavimleri, içler acısı acılar yaşamışlar ve her iki tarafın göçmeni de, yeni kimliklerine bir türlü alışamamışlardı. Hele “Karaman-Rumları” ki, aslında Bizans dönemi zorla Rumlaştırılmış; “Türk ve Ermeni” kavimlerine mensup kimselerdi ve ne acıdır ki, Rum diye Yunanistan’a gönderilmişler, asıl Rumlar ise Türkiye’de kalmıştı...
Böylesi dramatik ve trajik hadiseler içinde, sevgili Önderimiz Gazi Hazretleri’nin vefat edişleri (1938) meseleyi daha da içinden çıkılmaz hallere sokmuş, peşinden zuhur eden “İkinci Cihan Harbi” ise, mevzubahis hareketin çıkış yolunu kesin şekilde kapamıştı.
2014’te zuhur eden “Bayrak hadisesi” ise, eski yıllardan kalma bazı problemlerin henüz halledilmemiş olduğunun acı işaretini vermekteydi!...
Bizler, haklı olarak adeta ayyuka kalkmış “Millî duygularımızla” muhtelif beyanatlarda bulunmakta ve diğer taraftan “illegal örgütler”de yangına körükle giderek, Türkiye’yi bir an evvel savaşa sokmaya çalışmaktaydılar...
Bizim Parlamenterlerimize gelince; “İktidarı, muhalefeti” yek diğerini ezip geçebilmek yarışında, var güçleriyle birbirlerine saldırmakta, olmadık bahanelerle, düşman addettikleri rakiplerini bir şekilde ortadan kaldırmaya çalışmaktaydılar.
Bakıyorum da böylesi kritik bir dönemde, birileri de kalkmış; “Ulan İstanbul” adıyla bir TV-Dizisi hazırlamış ve bu dizi önümüzdeki Pazartesi günü (23 Haziran) yayına girecekmiş.
Başta da söyledim. Bendeniz, dizinin içeriği ile alakalı bir tenkiti ne düşünmüş ve ne de düşünmekteyim. Benim üzerinde hassasiyet gösterdiğim dizinin adıdır ve bu çok önemlidir. Zira asırlarca koca Türk İmparatorluğu’na payitahtlık etmiş bir aziz belde’ye, biz kalkıyor “ULAN İSTANBUL!” diyebiliyoruz. Senaryonun muhtevası her ne olursa olsun; Dizi’ye “ULAN İSTANBUL” demeye hemen hiç birimizin en ufak bir hakkı yoktur!
Gerçi, muhakkak ki, dizi’nin yapımcılarında, senaristinde hemen hiçbir art niyet yoktur ve zaten bizim de böyle saçma bir iddiamız yoktur. Ancak, bu gibi sivri deyimler, bir başka yapımcıya da ayrı bir düşünce açısından ilham verir; birisi kalkar: “Ulan İzmir” der, bir diğeri de Ankara demeye çalışabilir!...
Yanî, bu girişim hiç de hayırlı olmamıştır!...
Denecektir ki: (Hiç kimse böylesi bir harekete cesaret edemez!) Cevabımız şu olacaktır; eder monşer eder! Unutmayalım ki, hudutlarımız dahilinde hem de bir Askeri Garnizona girilerek gönderinden aziz Bayrağımız indirilebilmiştir?!...
Bütün bu mor haneli olumsuzlukların ortadan külliyen kaldırılabilmesi için, ülkemiz içindeki aksaklıkların bir an evvel düzeltilmesi, Türkiye Cumhuriyeti Devletine tabi her kavimin Türk ve asli vatandaş olduğunu hemen herkese anlatabilmeli, anlatabilmek için de; hiç kimsenin etnik kimliğine hafif de olsa, mor haneden bakmamamız lazımdır!... Her şeyden evvel şu hususu da iyice ele almak ve sıkı bir denetime tabi tutmak mecburiyetindeyiz ki, şudur: “TV sadece bilgi ve eğlence aracı olmayıp, aynı zamanda beyin yıkama ameliyelerinde birinci sınıf bir silâhtır.” Hiç unutulmamalıdır ki, “İkinci Cihan Harbi”ni, ABD’ye kazandıran, silâh ve diplomasiden ziyade “Amerikan Sineması” olmuştur.
Yanî demem odur ki; TV programlarında meydana gelen veya getirilen yanlışlar, çoğunlukla bilinçli davranışların ürünü olmaktadır. Hiç kimse bu konuda ahkâm kesmeye kalkışmamalıdır. Zira, istemeyerek de olsa öz vatanına zararı dokunabilir!... Ayrıca, İstanbul’un bünyesinde taht kurmuş bulunan “Camiî ve Kilise” başta olmak üzere, “Saray ve Harem Hayatı” dışında bir başka özelliği de “Halkı ve yaşantısı” olmaktadır ki, bu bizde pek ciddiye alınmış değildir.
Halbuki, başta saydığımız özellikleri yaşatan ve bazılarını çok şükür günümüze kadar taşıyabilen başlıca unsur, hiç şüphesiz, İstanbul’un sakinleri yâni halkı olmuştur. Dolayısıyla, halkından da kesitler vermek, günlük hayatı içerisinde ne gibi meşgaleleri ve icraatları olduğunu nispet dahilinde dile getirmeye çalışmak, millî karakterimiz, medeniyetimizin özelliklerini yansıtan günlük yaşantısı hakkında “mor ve pembe” yönleriyle günümüz insanına aksettirmek elzemdir. Zira ancak o zaman ülke içi barışımız emin ellerde olabilir!...
Muhterem ve saygıdeğer okuyucularım, yeni bir yazımda buluşabilmek dileğimle cümlenize hayırlı yarınlar dilemekteyim efendim. Saygılarımla.