Meşrutiyetin Bediüzzaman tarafından devrin şartları itibariyle alkışlanmış olması,<z İslam’ın felsefesine ters düşmediği fikrini akıllara getirir. Meşrutiyet doğrudan tanım itibariyle anlaşılıyorsa bu doğrudur. Elbette mahiyet itibariyle dinin esaslarına ters düşmeyen bir idare şeklidir. Kuran’da Âl-i İmran suresinin 159. Ayetinde “Ve işleri onlarla müşavere et!” hitabıyla bu hakikat tescillenmiş haldedir. Yüce kitabımızın tefsiri bizim ilmimizin çok üzerindedir. Ve tefsir mühim bir iştir. Bizim anladığımız tarafıyla ve anlayabildiğimiz kadarıyla işlerin istişarcggge edileceği kişiler işe muhatap olacak olanlardır. O halde Bediüzzaman’ın “Zira Meşrutiyet, milletin hâkimiyetidir. Hükümet hizmetkârdır.” İfadeleri, meşrutiyet idaresinin kanun üstünlüğünü, milli iradeyi esas alacağını ortaya çıkarmıştır. Kanunun muhatapı ve mimarı İslam Mileti olması hasebiyle şeriatın muhalifi bir kanun ön görmeyeceği düşünülmüştür. Bu şartlar içinde, Şeriat dairesinin dışında hareket eden bir şahıs ya da bir topluluk dahi bulunmuş olsa idare şeklinin lekedar olduğunun düşünülmesi bir büyük mantık hatası olur.

İdeal olarak meşrutiyet Osmanlı’ya Avrupa’dan sirayet etmiştir. Dönemin idaresi İttihat ve Terakki Fırkasına aittir. Fırkanın Osmanlı idaresinde yapmış olduğu büyük inkılap, meşrutiyettir. Meşrutiyet’in icabı meclistir, partidir; Anayasadır ve kanundur. Meclis-i Umumi de yasa çıkaran ve hepsini hayata geçiren Terakki fırkasıdır. O halde II. Meşrutiyette kanunların mevcudiyeti ve tatbiki partinin sorumluluğundadır.

Avrupalı devletlerin yarım asır evvel yaşadığı siyasal gelişim hadiselerini XX. yy’ın ikinci yarısından itibaren Osmanlı da yaşamaya başlamıştı. Avrupa, bu yüzyılda Soy birliğine bağlı bulunan ulus devlet ve dini siyasal hayatın dışında bırakan laik devlet anlayışları ile teşkilatlanmışlardır. İttihat ve Terakki partisinin kimi üyelerin biyolojik materyalizm, diyalektik materyalizm, kafatasçılık gibi seküler dünya görüşleri vardı. Batı menşeili fikirleri ile parti, devleti alinin çöküş dönemi şartlarını da göz önüne alarak  onu ulusal ve laik vaziyete tekâmül ettirme çabasında idiler. Bu hususta meşrutiyetin mahal verdiği terakki partisinin politik anlayışına muhalefetten üstat:  “Şu Jön Türk’ün hatası: Bilmedi o, bizdeki din hayatın esası, Millet ve İslamiyet ayrı ayrı zannetti. Medeniyet sistemi bozuktu, hem zararlıydı.” “Din ile hayatın farklı olduğunu zannedenler felâkete sebeptirler.” Sözler, Lemeât, s.781  “Bediüzzaman, meşrutiyet ve hürriyete İslâm’ın gereği olmasından dolayı çok ciddi sahip çıkıp savunuyordu. Hürriyeti savunduğunu iddia eden fakat din ile hayatı ayrıştıran İttihat ve Terakki’nin ulusçuluk ve din düşmanlığı görüşlerine de karşı çıkıyordu. ” s.109

Bediüzzaman, İttihat ve terakki partisinin yönetiminde girilen Cihan harbinde Kafkas cephesinde Rus ordularına karşı bizzat savaşmış ve esir düşmüştü. Bunu Meşrutiyete verdiği kıymetin neticesi olarak söyleyebilir miyiz bilemiyorum. Fakat harbin sonunda “Gayr-ı meşru bir muhabbetin (İttihat ve Terakki’ye olan muhabbeti gayr-ı meşru sayıyordu) neticesi, merhametsiz bir düşmanlık olduğu kaidesince, âdil olan kader-i ilâhi, layık olmadıkları halde meylettiğim şu ehl-i dünyanın zalim eliyle bana azap ediyor.” Bu sözleri ile cihan harbinin sonucunda kendisine hükümet kararıyla verilen cezanın tahlilini yaparken, aynı zamanda kendi vaziyetinin değerlendirmesini ve parti politikalarının tenkidini de yapıyordu.