7 Haziran seçimlerinin üzerinden 40 gün geçmesine rağmen, yeni bir hükümet kurulamadan bayrama girdik. “Ne olacak memleketin hali?” sorusundan hiçbir zaman kurtulamayan toplumumuz, şimdi ne olacak bu hükümetin hali diye düşünmeye başladı.

Aslında düşünenler orta yaş ve üstündekiler. Daha doğru bir ifadeyle, koalisyon hükümetleri deneyimi yaşamış ve pek de memnun kalmamış olanlar. Oysa seçimlerden “koalisyon” sonucu çıkması için birtakım çevreler epeyce gayret gösterdi. Politikaya aklı erdiği günden beri “Erdoğan’dan başka lider, Ak Parti’den başka iktidar görmemiş 25 yaşın altındaki genç kesim de bu teklife sıcak baktı, “başka partiyi iktidara getiremesek de, Ak Parti’nin tek başına hükümet kurmasını engelleyebiliriz” diyenlerle ortak hareket etti ve ortaya böyle bir sonuç çıktı.

Seçim öncesi barajı geçip geçemeyeceği çokça tartışılan HDP’nin, % 13 oy almasında bu düşüncenin büyük etkisi olduğu inkâr edilemez. Ne diyelim, hayırlı olsun.

Eski koalisyon dönemlerinin çilesini çekenler bu sonuçtan elbette memnun kalmadılar. Ama o günleri yaşamayanlar, koalisyonun ne menem bir şey olduğunu nerden bilsinler? Onlar zannediyorlar ki, tek parti yerine iki, hatta üç parti bir araya gelir, kafa kafaya verirse, hem ülke için farklı imkânlar doğar, hem de daha büyük bir çoğunluğun temsilcisi hükümette olunca, memnun vatandaş sayısı da artar.

Aslında teorik olarak doğru, ama kazın ayağı öyle değil. Çünkü buası Türkiye… Dünyada bu kadar çeşit fikre sahip vatandaşı olan, üstelik bu fikirleri de birbirine 180 derece zıt olan başka bir ülke yoktur. Bizdeki siyasi yelpazenin dağınıklığı öyle basit şeylerden ileri gelmiyor. Her parti başlı başına bir Türkiye. Eline imkân geçse partilerimiz kendilerine göre bambaşka bir Türkiye kurarlar. Bu bambaşkalık gelişmişlik anlamında değil, birbiriyle hiç ilişkisi olmayan anlamında tabi…

Oysa bir şirket düşünün, farklı bilgi ve beceriye sahip insanlar bir araya gelip başarılı bir ortaklık kuruyorlar ve rakiplerinden daha çok kazanmayı beceriyorlar. Ama unutmayalım ki, ortakların hepsinin tek bir amacı var… Bizim siyasi partiler de öyle tek bir amaç sahibi olsalar, zaten mesele kalmayacak, problem kendiliğinden çözülecek.

Kimsenin ne olduğunu tam olarak algılayamadığı bir “Barış Süreci”miz var ki evlere şenlik. Buna karşı çıkanlar olduğu gibi, asıl taraf olması gerekenler de yan çiziyorlar. Herkes işine geldiği gibi bir tutum içinde. Öte yandan PKK, iş makinelerini yakmaya, iş yapan müteahhitleri tehdit etmeye, vatandaşa refah sağlayacak yatırımlara karşı çıkmaya devam ediyor.

Baraj inşa edilmesine, enerji santralı kurulmasına, yol yapılmasına karşı çıkan vatandaş bizde… Demokratik hakların nasıl kullanılması gerektiğini de doğru dürüst bildiğimiz söylenemez. Kısacası “Gelişmekte olan bir ülke” profilinden henüz çıkabilmiş değiliz.

Daha çekilecek çilemiz var demek ki… Toplumlar sosyal tecrübelerden yararlanmayı bilmezlerse, aynı hataları tekrarlayıp aynı sorunları defalarca yaşarlar. Öyle görünüyor ki, seyrettiğimiz eski filimler raflardan indirilerek yeniden vizyona sokulacak. Seyredenler bıkkınlıklarını dile getirecekler belki ama, seyretmeyen gençler için ilginç bir macera olabilir. Genç dediğin de zaten macera adamıdır. Bir kere de onlar yaşasınlar ve Hanya’yı Konya’yı görsünler.

***

Hemen her şeyiyle örnek aldığımız Amerika’da sadece iki parti var biliyorsunuz. Tahtarevalli gibi iktidara bir biri geliyor, bir diğeri. Fakat Amerika’da ve Amerika’nın dünya politikasında değişen hiçbir şey yok. Hangi parti iktidara gelirse gelsin, hepsi Amerika için çalışıyor çünkü.

Bizim ülkemizde iktidar partisinin yaptığı işlerden(!) biri de yandaşlarına yüksek mevkilerde iş bulmaktır. Bu bağlamda KİT’lerin yönetimi her gelen tarafından hallaç pamuğu gibi atılır. Her parti hemen yönetim kadrolarını boşaltıp kendi adamlarını oraya doldurmaya çalışır.

Bu elbette çok doğru gibi görünmüyor. Ama pek yanlış da değil. Neden derseniz, bizde bürokrat, kendisine verilen görevi eğer siyasi anlayışına uymazsa yapmıyor. Kendince ideolojik olarak direniyor. Böyle bir şey olabilir mi? Memur, verilen işi yerine getiren kişi demektir. Hükümetler de iş yaptıramayınca veya yaptıramayacağını anlayınca, çaresiz “kendi kadrosunu” kurmaya çalışıyor.

Amerika’da bu işin kolayını bulmuşlar. KİT’lerin üst yönetimi Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında paylaştırılıyor. Sonuçta iktidar, muhalefet gibi bir ayırım yok. Hangi parti iktidara gelse durum değişmiyor. Dedik ya, her şey Amerika için… Bizde öyle mi ya… Her şey bizim parti için… Öbür parti hırsız, gerici, ilerici, faşist, komünist, sağcı, solcu v.s. Ne aklınıza gelirse giydirin gitsin. Suçlamalar, suçlamalar…

****

Evet kırk gündür Arasat’tayız sanki. Türkiye geçmişte ne badireler atlattı. Bunun da altından kalkacaktır eminim. Arada zarar gören bir kesim elbette olacak. Ama piyasa böyle zamanlarda neden durur bir türlü anlamam. Devlet batmış değil ya, önünde sonunda herkes alacağını alacak, borcunu da ödeyecek. Bu tür durağanlık, işlerin geciktirilmesi, ülkeye hiçbir fayda getirmez.

13 yıldır istikrarlı bir politikaya alışmış olanlar için, böyle sallantılı bir ortam elbette can sıkıcı. Ortaya nasıl bir koalisyon çıkacak, hatta çıkacak mı, yeniden seçime gidilecek mi, gidilirse sandıktan farklı bir sonuç alınacak mı, her şey yine aynı olursa ne olacak? Sorular, sorular, cevapsız sorular.

Ak Parti Demokrat Parti’nin üst üste üç kez seçim kazanma başarısını egale etti ama, dördüncüyü de kazanıp yeni bir rekora adını yazdıramadı. Öte yandan bugüne kadar ülkemizde hiçbir parti iktidardan düştükten sonra, bir daha kendini toparlayıp iktidar yüzü göremedi. Buna 90 küsur yıllık parti olduğunu iddia eden CHP de dahil. Acaba Akparti bu bağlamda bir hüner gösterip bu zinciri kırabilecek mi?

Bugün için bu soruların hiçbirinden olumlu sonuç çıkmıyor. Önümüzdeki günler nelere gebe, bunu kestirmek zor. Kurban bayramına kadar daha neler yaşayacağız neler. O günlere erişirsek muhtemelen ya koalisyonun çatırdayan yapısından, ya da yeniden seçim kaygısına düşmenin telâşından bahsedeceğiz.

***

Bir “Koalisyon” kelimesinden nerelere geldik. Oysa Bayram’dan bahsedecektik değil mi? Bu Ramazan Bayramı… Müslümanlar için çok değer taşıyan kutsal bir bayram… Tabi bayramı hak etmek için aslında önce Ramazan’ın kutsallığını gerektiği gibi yaşamak lazım. Farkındaysanız bu Ramazanı Müslümanlar, -söylemeye dilim varmıyor ama-, Müslüman kanı akıtarak geçirdiler.

Bence bu cümlede büyük bir yanlışlık var… Müslüman Müslümanın kanını akıtır mı? Akıtırsa böyle Müslümanlık olur mu? “Haksız yere bir kişinin canına kıyan, bütün insanlığı öldürmüş gibidir” diyen din Müslümanlık değil mi? Öyleyse bu olup bitenleri nasıl algılayacağız, nasıl yorumlayacağız, nereye oturtacağız? Ölen de Müslüman öldüren de güya Müslüman… Kafaları karıştıracak, hatta karıştırmakla kalmayıp, gerçek Müslümanı çıldırtacak bir durum bu… Ama İslâm dünyasında ne yazık ki hiç de böyle bir endişe görünmüyor.

Ne olduğu, nasıl oluştuğu bilinmeyen bir örgüt, peygamber sancağını kendisine bayrak edinip kıtır kıtır adam kesiyor, kendisini de Müslümanların ve Müslümanlığın temsilcisi olarak tanıtıyor da, kimsenin kılı kıpırdamıyor. “Sen kimsin de İslâm’ın kutsal sancağını böyle pespaye bir işe âlet ediyorsun” diyebilecek bir otorite yok! Yarın bir gün İŞİD, onu kuranlar tarafından yok edildiğinde, peygamber sancağı yerlerde sürünecek, ama gene kimsenin sesi çıkmayacak. Bu şekilde yeryüzünde Müslüman kitlenin hiçbir ağırlığı olmadığı da anlaşılmış olacak.

İslâm adına yapılan bunca zulümden sonra artık insan “İslâm” ve “Müslüman” kelimesini duymak bile istemiyor. Haçlı seferleriyle yüzyıllardır İslâm dünyasına yaptıkları saldırılarla, bir türlü zafer kazanamadıklarını görenler, aynı yöntemle bundan sonra da bir sonuç alamayacağını anlayanlar, şimdi taktik değiştirerek sinsi sinsi bizi dinimizden inancımızdan soğutmaya çalışıyorlar ve ne yazık ki bunu da başarıyorlar.

Arap baharıyla canlanan İslâm dünyası, kendisini yeni bir gelişmenin eşiğinde bulduğunu zannettiği anda, karanlık bir dehlize yuvarlanıyor gibi… İslâm dünyasının lideri diye sunulan Erdoğan, bugün ülkesinde bile tartışılır hale getirildiyse, bilin ki bu çabalar boşuna değil.

***

Her geçen gün sahip olduğumuz güzellikleri elimizden almaya çalışanlar var. Bence bayramlarımıza sahip çıkmamız gerekiyor. Bu gidişle elimizde bir gün sanki onlar da kalmayacak. Bu duygularla bütün okuyucularımızın ve Basın camiasının bayramını kutluyor, gelecek bayramlara daha umut dolu günlerde girmeyi diliyorum.