“Ey mücâhidîn-i İslâm!” Ey İslâm Mücahitleri, Ey İslâm Savaşçıları demektir. 

     İslâm mücahitleri olarak nitelenenler; Türkiye Büyük Millet Meclisi mensuplarıdır. 

     Yani Millî Mücadele sırasındaki mevcut milletvekilleridir.

     Dikkat edelim! O günkü meclistekiler, İslâm mücahitleri sayılıyor. 

     Oysa meclistedirler. Cephede değil. Meclis sıralarındadırlar. Düşmanla yüz yüze değil.

     Öyleyse böyle vasıflanmaları, bu şekilde hitaba, seslenişe mazhar olmalarındaki hikmet nedir?

     Beden baş ve gövdeden ibarettir. Gövde başa bağlıdır. Baş olmayınca gövde bir şey ifade etmez.

     Gövde başın emir-komutası altındadır. O ne derse o olur.

     Dolayısıyla elin ayağın yaptıklarından baş sorumludur. Çünkü baş, bedenin beynidir. Âdeta

     Santral merkezidir. Binaenaleyh elin, ayağın yaptıklarını baş sahiplenir. Baş yapmış gibi olur.

     İşte o zamanki yâni 23 Nisan 1920 tarihinde açılan TBMM, milletin başı hükmünde. 

     Ordusu ise, eli kolu yerindeydi.

     “Ey Mücâhidîn-i İslâm!” denilişi, bu bakımdan isabetli bir hitap, yerinde bir sıfattır.

     “Ey İslâm Mücahitleri!” hitabında başka sırlar da var:

     Bir: Düşmana karşı savaşanlar Müslüman-Türk Milleti’dir. Yani dini İslâm olan Türk Milleti’dir.

     Yani bu üst kimlik altında yaşayan bütün Türkiye halkıdır.

     İki: Bu millet için İslâm, yüceltilmesi gereken ulu bir gayedir. Asırlarca bu millet; 

     Bu uğurda şehit ve gâzi olmuş. Ama asla İslâm Sancağı’nı yere düşürmemiştir. 

     Zira bu amaç onun için, aynı zamanda varlık sebebidir. 

     Bu ulvî ve yüce maksat; onun değişmeden, bozulmadan; 

     Dünden yarına geçiş seyrinde yardımcı bir faktör olmuştur.

     Türk Milleti, İslâm uğrunda yaşayan bir millet olmuş. İslâm da, buna karşılık;  

     Onun yaşamasını sağlamış. Böylece İslâm, Türk Milleti’nin varlık sigortası sayılmıştır. 

     Öyle ki, Türk Milleti mi İslâmı yaşatmış, İslâm mı Türk Milleti’ni ihya etmiş? 

     Birbirine karışmıştır. 

     İş yumurta-tavuk bilmecesine dönmüştür. Bununla beaber bilmeliyiz ki, 

     İslâm ruh hükmünde, millet beden yerindedir. Ruh bedene değil, beden ruha muhtaçtır.

     Kısaca demek lâzımsa, İslâma karşılıksız hizmetimiz; 

     Yani İlâ-yı Kelimetullah yoluna baş koymamız; 

     Sonuçta geçmişten geleceğe, âdeta Sırat köprümüz olmuştur.

     Üç: “Ey İslâm Mücahitleri!” seslenişinde İslâm için yapılan ceht ü gayret de söz konusudur.

     Yani yurt içi de, İslâm için gayrete ihtiyaç duyar.

     Zamanın uzamasıyla gevşeklik doğar. Tembellik başgösterir. Vurdum duymazlık artar. 

     Dine karşı lâkaydane bir tavır belirir.

     İşte bu durumda silkinip, boşvermişlik tozunu toprağını üstümüzden atmak gerekir. 

     Bunu gidermek için ise, büyük bir azîm ve çaba şarttır.

     Fakat bu hizmetin yapılması için her şeyden evvel, vatanın işgalden kurtarılması gerekiyordu. 

     Çünkü can emniyetinin olmadığı yerde, İman ve İslâm hizmeti mümkün değildi.

     Zira, din hizmeti için ülkede asâyiş berkemâl olmalıydı.

     Herkes yurdunda huzur içinde yaşamalı. 

     Yarınlarından emîn bulunmalıydı.

     Çünkü ancak böyle bir ortamda; 

     İnsanların dikkatini âfâktan enfüse / 

     Dıştan içe çekmek kabil olurdu.

     Demek ki:

     “Ey İslâm Mücahitleri!” hitabından;

     Hem içte, hem dışta barışı temin edecek olanlardan,

     Bahsedildiğini anlıyoruz.