Aslında Halîfelik gerçek sahibini beklemektedir. Fakat eski hâliyle Halîfeliğin fonksiyonunu yerine getirmesi imkânı artık mümkün değildir. Bunun nasıl olacağını belirtmeye çalışacağız. Ama önce bu tarihî karara nasıl bakmamız ve nasıl yorumlamamız gerektiğini bir görelim.

     Herşeye bakışta olduğu gibi Halîfeliğin kaldırılmasına da Halk gözüyle değil Hakk gözüyle bakarsak; sorunun istenmeyen tarafını değil; hikmet cihetini görmüş oluruz. Zahiri değil, Bâtını gözlemleriz. İnsanların görünüşte doğru ya da yanlış karar, fiil ve eylemlerini değil; her zaman âdil olan, işin Kader cihetini algılamış ve görmüş oluruz. Çünkü insanlar zulmetmiş bile olsa, Kader her zaman Adâlet eder.

     Zaten mes’elenin bu yanını görmek hem basîrettir, hem de mânen, rûhen ve kalben rahatlık içinde olmaktır. Bize rağmen olanlarda veya olacaklarda bu bakış ve yorum tarzı hikmete râm oluşun da bir başka çeşididir.

     Çünkü musîbet, her zaman şerr-i mahz (sırf şerr) değildir. Bâzan saâdette felâket olduğu gibi, bâzan felâketten dahi saâdet çıkar.

     Bâzan mağlubiyetle veya istenmeyen bir neticeyle; şimdi elde edeceğimiz fakat geçici olacak bir saâdeti kaybetmiş oluruz. Fakat buna karşılık sonradan verilecek fakat devamlı olacak bir saadeti kazanmış oluruz.

     Halbuki pek küçük ve değişken ve sayılı, geçici olan hâli; geniş istikbâl ile değiştiren kazanır. Çünkü ne kadar büyük de olsa; geçici olan şey küçük sayılır. Çünkü ne kadar küçükse de devamlı ve daimî olan şey büyük sayılır.

     Bu gerekli açıklamadan sonra, bu zamanda Halîfeliğin yapacaksa, nasıl bir fonksiyon icra etmesi gerektiğini göstermeye çalışalım.

     “Bundan sonra, bizzarure (ister istemez), hilafeti (halifeliği) temsil eden Meşihat-ı İslâmiye ve (bugünkü mânada) Diyanet Dairesi hem âlî (yüksek bir müessese), hem mukaddes (kutsal bir kurum), hem ayrı (bir kuruluş), hem nezzâre olacaktır. (Yâni sadece murakabe ve kontrol eden bir kurum hâlini alacak. Sırf müfettişlik görevini yürütecek ve yüklenecektir).

     “(Çünkü) şimdi hâkim şahıs değil, efkâr-ı âmme (yani kamuoyu) olduğu için, onun nevinden (kamuoyu sayılacak cinsten) şahs-ı mânevî bir fetva emîni ister. (Yani artık halk, sorduğu şer’î, fıkhî kısaca dinsel sorulara; bir âlimin değil, bir çok âlimin birlikte kafa yorarak, ortaya koyacakları bir cevaba râzı olur. Belli bir âlimden değil, ancak âlimler topluluğundan meydana gelen mânevî şahsın hazırladığı cevabı kabul eder. Çünkü bir kişinin, her meseleyi bilmesi mümkün değil. Bir kişinin her yerin durumuna vâkıf olması imkânsız.)

     “İşte şu hâkimin (yâni kamuoyunun) fetva emîni (fetva vereni, sorulara cevap verecek olanı) Meşihatta (Diyanet İşleri Başkanlığında) mezahib-i erbaadan (dört mezhepten) kırk elli ulema-i muhakkik (araştırıcı büyük âlimler) bir meclis-i mebusan-ı ilmiye (âlimlerin kendi aralarında seçmiş oldukları, seçilmişlerden oluşan ilmî, bilimsel bir meclis) teşkiliyle şahs-ı manevîleri (manevî şahısları) öteki şahs-ı manevîye fetva emînlik (fetva vericilik) edecektir. (Yani halkın manevî şahsı olan kamuoyunun sorularına ancak âlimlerin mânevî şahsı olan diğer kamuoyu cevap verecektir.)

     “Yoksa, hâkim (soran) ve müfti (cevap verecek olan) bir cinsten olmazsa, birbirinin lisanını (dilini) anlamazlar.

     “Zira şahs-ı vâhid (bir şahıs), şahs-ı mânevîyi kandıramaz (bir çok kişinin, bir araya gelerek bir bütün teşkil ettiği manevî şahsı ikna edemez) ve tenvîr edemez (aydınlatamaz).”