Osmanlı Devleti yöneticileri; kuruluşundan, yükselme dönemi sonuna kadar devleti; ekonomik, askeri ve diğer yönlerde hep güçlü kılmışlardır. Bu nedenle karşıtları genellikle Osmanlı ile savaşmak yerine anlaşmalar yaparak çoğu defa tavizler vermişlerdir. İşte bu durumu özetleyen en güzel olay Yavuz döneminde yaşanan diplomatik bir ilginç görüşmedir:

“Bilindiği gibi Yavuz Sultan Selim, Padişahlar arasında son derece sade giyinen bir idareciydi. Yani her türlü israf ve debdebeye karşıydı. Sadeliği sever, hatta başlık yerine kendi adıyla anılan “Selimi” kavuk giyerdi. Devlet adamları da saygıda kusur etmemek için padişahı taklit ederlerdi. Bir zaman geldi ki sadrazam dâhil bütün devlet erkânı, hiçbir gösterisi ve süsü olmayan elbiseler giydiler. Elbiseleri eskidikçe eskidi. Padişah yenilemeyince onlar da yenilemediler.

Bir gün Venedik Elçisi Antonio Justiniani’nin İstanbul’a geleceği ve huzura çıkacağı duyuldu. Sadrazam ve devlet erkânı bu halden çok sıkıldılar. Çünkü hem hünkarın, hem de kendilerinin kıyafetleri pek sadeydi. Bir yabancı devlet elçisinin onları bu halde görmesini istemezlerdi. Devlet adamlarının kendi aralarında ittifak ettikleri bu durumu padişaha kim söyleyecekti? O sırada sadrazam bulunan Hersekzade Ahmet Paşa, bir gün bütün cesaretini toplayıp bin dereden su getirerek durumu padişaha izah etti.

Ancak padişah, beklenenin aksine: “Doğru,” dedi. “Cümle yeni libaslar giymek münasiptir.” Padişahın bu müsaadesine pek sevinen vezirler ve devlet ricali, hemen ipekli ve sırmalı muhteşem elbiseler diktirdiler. Vezirler, elbiselerini yenilemelerine izin veren padişahın da elbisesini yenileyeceği zannına kapıldılar… Elçinin geleceği gün, bütün vezirler yeni elbiseleriyle padişahın huzuruna varırlar. Ancak gördüklerine inanmayarak dehşet ve hayrete düşerler. Zira Sultan Selim Han’ın üzerinde yine o eski ve sade elbiseleri vardır.

Yavuz ise arz odasındaki tahtına oturmuş, meşhur keskin kılıcını çekip tahtın basamağına koymuştu. Karşı pencereden gün ışığı vurdukça kılıcın parıltısından gözler kamaşıyordu. Onlar daha kendilerini toplamaya vakit bulamadan elçinin geldiği haber verildi. Bir müddet sonra huzura kabul olunan elçi, namesini takdim etti. Sultan, bir süre elçiyle konuştuktan sonra gitmesine izin verdi. Bulunduğu meclisin heybetinden serseme dönen elçi dışarıya çıkınca padişah, Hersekzade Ahmet Paşa’ya:

“Paşa, var elçiye sor bakalım bizi nasıl bulmuş?” dedi. Hersekzade yer öperek çıktı. Herkes bekliyor, yalnız arz odasındaki, içeride konuşulanların dışarıdan duyulmasına engel olmak için kullanılan çeşmenin şırıltısı duyuluyordu. Sadrazam geri dönünce padişah: “Sordun mu paşa?” diye seslendi. Ahmet Paşa’nın cevabı şöyle oldu:

“Sordum saadetli hünkârım: “Padişahın kılıcının parıltısı öyle gözümü aldı ki, kendilerini göremedim bile!’ dedi.” Padişah gülümsedi, sonra ayağa kalkıp basamaktaki kılıcı göstererek:

“İşte kılıcımız küffarı kestikçe, kâfirin gözü kılıcımızdan asla ayrılmaz ve bizi görmez. Ama Allah esirgesin, bir gün kesmez olur ve parlamazsa, o zaman küffar bizi hem hor görür hem de tepeden bakar” der!”

Kısacası: “barışta kılıcı keskin olana, kimse kılıç çekmek istemez.” Yani barışta güçlü olmak demek, her zaman düşmanı ürkütmek demektir.