Ey dünya lezzet ve saadetini gaflette ve inançsızlıkta bulan ve bu vehimle yaşamak isteyen insan!

     Bir an için kendini, iki yüksek dağ üstünde kurulmuş bir köprü üzerinde san ve gör ki: Köprünün altında, son derece derin bir vâdi var. Dünya, içindekilerle beraber karanlığa gömülmüş!

     Sağ tarafın olan geçmiş zamana bakınca, müthiş yokluk karanlıklarından başka bir şey görünmüyor!

     Sonra dönüp geleceğin olan soluna bakınca, dehşet içinde kalıyor; tehdit edici karanlıklardan başka bir şey görmüyorsun!

     Sonra alt tarafa göz atıyorsun; aşağıların en aşağısına doğru bir uçurum yer alıyor!

     Sonra yukarı tarafa bakınca sadece gam, yetimlik, ümitsizlik ve sefalet yağdıran dilsiz, sağır bulutlarla karşılaşıyorsun!

     Sonra önüne nazar edince, karanlıklar arasından parçalamak için diş gıcırdatan ifrit, akrep ve aslanlar görüyorsun!

     Sonra geriye bakınca, farkına varıyorsun ki, ne bir medet var, ne de bir yardıma gelen!

x

     Böyle bir ortamda, dehşet, ümitsiz ve pişmanlıklar içindeyken; birden Rabbinden gelen bir hidayet / yol gösterişle uyandırılıyorsun!

     Ve görüyorsun ki, mahlûkata İslâm kameri / ayı ve İslâm güneşi doğmuş.

     Hayat köprüsü Subhanî  / İlâhî nimetlerin bahçeleri arasından geçip, Rahman’ın rahmet cennetinde son bulan bir yol olmuş.

     Sağ tarafın olan mazi, aslında altlarından zamanın nehirleri akarken, kendileri beka âleminde ebediyete mazhar olan sâlih zâtlarla çiçek açmış. Nebî ve Velî meyveleriyle nurlanmış bostanlar imiş.

    Sol tarafın ise, Hannan-ı Mennan / ihsan ve merhameti çok olan Allah’ın rahmetiyle emel ve temennîlerin çiçek açtığı Firdevs cennetleriymiş.

     Evet, aslında ey insan! Üzerindeki rahmet bulutları; üstüne ab-ı hayat boşaltıyor. O bulutların arasından; hidayet ve ebedî saadet nurları ile güneş; insana tebessüm edip gülümsüyor.

     Önündeki mevcûdat ise, daha önce dalâlet zulmetinin ürkütücü vahşiler olarak tasvir ettikleri kardeşlerin, dostların ve mûnis ehli hayvanlar olup, insana şu âyeti okuyorlar:

     “Allah, inananların / iman edenlerin (dostu, koruyucusu ve yardımcısı olmakla onların) velisidir. Onları (yapmış oldukları tercihlerin sonucu olarak, her türlü zihnî, kalbî, içtimaî, siyasî)  karanlıklardan / zulümattan aydınlığa / nûra çıkarır. İnkâr edenlere / kâfirlere gelince, onların velîsi de (insanları Allah’a karşı isyana sevkeden her şeyin; ortak adı olan) tâğûttur, onları aydınlıktan / nurdan alıp karanlığa / zulümata götürür. İşte bunlar (yapmış oldukları tercihlerin sonucu olarak) cehennemliklerdir. Onlar (küfrü / inaçsızlığı imana karşı tercih ettikleri için) orada devamlı kalırlar.” (Bakara: 257 -Veli Tahir Erdoğan-)

x

     Çünkü, insan istidat ve yeteneğinin çok yönlü oluşu bize haber verir ki, beşer / insan yaratılış ağacının bir meyvesidir. Meyve gibi en mükemmel ve en uzakta olmakla beraber, onun şeffaf yüzü karanlığa ve dünyanın bâtını / içyüzü olan yokluk fezasına yöneliktir.

     Ancak insanın çok yönlü kabiliyetindeki ibadet edişi bize haber verir ki, “İnsan baş aşağı olsun, fânilik / geçicilik içinde dâimî kalsın!” diye yaratılmamıştır. Aksine ondaki ibadet kabiliyeti; onun şeffaf yüzünü zulmetten nura, yokluk fezasından vücuda, münteha / sondan mebdee / başlangıca, faniden bakiye ve halktan Hakka çevirmek içindir.

     Sanki ibadet; hilkat / yaratılış dairesindeki münteha /son ile mebde / başlangıç arasında bir ittisal / bitişme halkasıdır.

     İşte fıtrat bu lisan ile, tanınmak için mahlûkatı, ibadet etmeleri için de cin ve insi yaratan zâtın vücub-u vücuduna / varlığının elzem oluşuna şehadet eder.