Bir zamanlar ünlü bir çocuk dizisi vardı. Animasyona benzer birçok kavramın olduğu bir BBC çizgi filmi. 2002 yılında Çocuk BAFTA Ödülleri'nde "En İyi Okul Öncesi En İyi Eğitim Serisi" ödülü bile verildi.
Ben antenleriyle biraz gerizekalılara benzetirdim tipleri, ama İndigo Çocukların çocukluk anılarında yerini aldı.
Teletubies
Göbeklerini tokuşturup
Sarılın Sıkı Sıkı derdi
Tinky Winky , Dipsy, Laa-Laa- Po…
Sarılın sıkı sıkı…
Kötülüğün prim yaptığını görmüş olacaklardı ki
Duyguları coşturan çizgi filmler yaptılar bol bol. Sosyal medya manyaklıkları henüz üç maymunu oynamaktaydı.
Aslan Kral o dönemin en duygulu filmlerindendi- her ne kadar subliminal cinsellik ögelerini karelere saklasalar da- görünüşte insanı insan yapan noktalara çalışıyorlardı.
Bizim gençliğimiz de ‘Sev kardeşim elini ver bana’ diyen Şenay’ın şarkı temaları gibi…
‘Bütün dünya  buna inansa bir inansa hayat bayram olsa…’
Ne de inanarak söylerde gülyüzlü hatun.
Buradan nur içinde yatsın diyelim.
Evet biz zaten BBC dizilerine İsrail Subliminlerine ihtiyacı olmayan bir toplumuz.
Hep sıkı sıkı sarıldık. Öpüştük. Hep el kol temas halindeydik. O kadar dokunma meraklısıydık ki, Uno reklamlarına bile konu oldu: Vallaa dokunmadık diye…(Şimdi pizzaları eve getirenlerde tükürenler bile çıktı.)
Sevdiğimizin yanında olduğumuzu dokunarak anlattık.
Beden dili, sıcak ilişkiler sevdik hep.
Hatta otobüslerde dokunarak, tutamakları ellemeden ayakta durduk. Ford geliştirmiş gibi adına Fortçuluk bile dedik.

Eh… sevmeyi ellemeyi bu kadar benimsemişken…
Pat diye bir gün bir virüs bizi birbirimizden ayırıverdi.
Bu kez
Sarılmayın… Ayrılın Lan…Nefes al, sakın verme
Dediler.
Oldu mu insanlar şüpheci…
Birbirlerini neredeyse koronadan önce öldürdüler.
Psikopata bağladık.
Sarılamıyorum. Öpemiyorum diye diye…
Tarkan’ın şarkısı da bu günlere yazılmış gibi
Yakalarsam MUCK MUCK…
Sonra ölenler öldü kalan sağlar bizim.
Ve birgün…
Kademeli olarak tekrar doğaya açıldık.
O açıldı. Bu açıldı. Onlar açıldı. Biz açıldık…
Yaz da geldi. Tam açıldık lotus çiçeği gibi…
Yemek yerken peçeni, pardon maskeni kaldır. Kartal gibi kollarını aç öyle otur. Sen şurda dur. Ben nerede durayım bakan bey…
Eh hamur gibi olmuşuz. Tekrar bir rahatladık.
Sarıldık sıkı sıkı…
Düğün var, nişan var, askere gidecek çocuk ya, taziye gitmezsek ayıp diye diye…
Vakkaaa ları yine yükselttik.
Kimse kimseye saygılı davranmamaya başladı.
Sen kapat ben sıkılıyorum. Ben kapattım şöför bey o niye kapatmıyor.
Allaaaaahhh
Rezalet ki ne rezalet.
Yargı da savcı da doktor da biziz ve yollardayız.
Ateş ölçerler ateş eder gibi… her mekana girerken bir kere yoklanıyoruz.
Artık saygı da bitti. Kültür de…
Orman çocuklarıyız biz heyyy
Ormana gideriz.
Ağaçların altına yatar parmaklarımızın arasını da karıştırırız.
Burnumuzu da
Kilim de yayar yayılırız hey! Oh nefes de hatta gaz da çıkartırım
Ben bağışladım virüsümü rahatım hey !!! Bağışıklığım da arttı hey!

Parkları, sahilleri anladım da…

Geçenlerde cafesinde kahvaltıya gittim- uzun zaman önce gazetede yazmak üzere Milli Saraylar’dan izin aldığım- Osmanlı Döneminden barok ve rokokonun muhteşem  örneği Ihlamur Kasırları’nın o yüzyıllık ginko biloba ağaçları altında yatan garip yaratıklara şaştım kaldım. Öbek öbektiler.
O canım çimenlere yatmışlar. Çocuklar top oynuyor yeşile aldırmadan. Ve ördekleri kovalıyorlar. Tavuskuşu ağaçta neredeyse asılı kalmış, nasıl da carcar bağırmakta… Hava sıcak hayvan sanki ağaçta yaşar gibi. Altında insanlar sanki donmuş kalmış mel mel bakıyor.
Nefret ettim. Burası Milli Sarayın bahçesi ya inanılır gibi değil…
Olacaksanız da kaliteli olun…
Ölecekseniz de kaliteli ölün be !!!

Rahmetli babam yazsaydı bu ortamda aynen benim gibi yazardı .
Bugün babalar günü.
Babalar gibi bayrağını taşıyorum canım babam.
İyi ki bana insan olmayı öğretmişsin ve iyi ki senin kızın olmuşum. Huzurla uyu, seni çok özlüyorum.