Eski adıyla (Bâb-ı Âli) bugünkü Cağaloğlu, benim de hayalimde hep açıp, girebilmeyi düşündüğüm, yüce, yahut yüksek bir kapı olarak yer aldı.  1995 tarihinde, Milli Eğitim Bakanlığından memur olarak emekli olunca ilk işim ikramiyemden kendime modern, seri yazabilen elektrikli bir daktilo almak için kolları sıvamak oldu. Nihayet, yıllardır kurgulayıp, tasarlayıp durduğum, şu bulunmaz Hint kumaşı cinsinden romanımı yazacaktım.
Cumhuriyetin temelinin atıldığı Sultan şehrimiz Sivas’lıyım, uzun yıllar Milli Eğitim’de görev yaptığım, Güneydoğu Anadolu’dan İstanbul'a geleli henüz birkaç yıl oldu, şehri ancak yaşadığım semt kadar biliyor, gerçek İstanbul'u da kitaplardan ve resimlerden tanıyordum.
O zamanlar her evde bir bilgisayar, her bebenin elinde bir tablet olmadığından, telefona sarılıp arkadaşlara sordum, onlarda bana böyle bir daktiloyu ancak ‘Cağaloğlu’nda, Bâbıâli Yokuşu’nda bulabilirsin, hatta Emekli Sandığı binası da bu yokuşun başındadır, oraya da bir uğra ilerde işin düşerse yolu öğrenmiş olursun’ dediler. Cağaloğlu'nda her köşe başında bir yazarla, gazeteciyle yahut ünlü bir şairle karşılaşabilirim düşüncesiyle şık ve ciddi giyindim, düştüm yollara. Avcılardan, Küçükçekmece'ye dolmuşla, buradan da trenle Sirkeci'ye gidip, meşhur yokuşa tırmanacaktım. Şimdi kaldırılmış olan, İstanbul'un beyefendi, hanımefendi insanlarının yol boyunca okuyarak seyahat ettikleri medeniyet trenine ilk binişimdi. Sanırım biraz daha kibarlaşsam rayların üstüne kapaklanacaktım, yalnızlığın da verdiği güvensizlik ve korkuyla bende kalabalığı yarmaya çalışıp trene atladım.
Koşarak koltuklara oturanlar mı, kasap askılığı gibi kollarından tavana sabitlenen hoyrat erkekler mi, kalçalarıma sokulan yavşayan ne buldum delisi olmuş gözü açlar mı, sanırım aramadığım, istemediğim herkes vardı da, bir tek gazetesine dalmış fakat beni görünce kibarca yer veren bir İstanbul asilzadesi yoktu. Oysa  ki pencere kenarı bir yerde oturmayı düşlemiştim, kültürlü ve medeni insanlarla selamlaşacaktım, okuduğu kitaba şöyle bir bakacaktım, Menekşe, Florya, Yeşilköy, Yenikapı, sahil şeridinde şiirler dolanacaktı dilime. Deniz; hem kavuşmam, hem hasretim olacaktı yolcu bakışlarımda, nasılda çabuk tükendi hayallerim, ey! sürgün şehri İstanbul kavuşmamız böylemi olacaktı.
Sirkeci garı son duraktayız, istasyonda ki şu mahşeri kalabalık nereye akın ediyordu, kıyafetim de hızlı hareket etmeme engeldi, kendi kendime söylendim, paşa konağına konuk mu gidiyorsun,  ünlü yazar anan Halide Edip ADIVAR, o bile askerdi, kendine gel Hülya hayallere dalmanın zamanı ve mekânı değil.
Hemen solumdaki bir gazete bayiine sordum,
-Affedersiniz, Bâbıâli Yokuşu neresi?
–Buradan başlar, nereyi aramıştınız hanım efendi?
–Ben emekli sandığına gideceğim de...
–Devam edin yukarıda.
Hâlâ bir yazarla, şairle, gazeteciyle, karşılaşmak ümidim kırılmamıştı, sağa sola bakarak vitrinlerde daktilo arayan gözlerime, sarmaş dolaş İngiliz gençleri ilişti, bunlarda yazar mı olmak istiyordu ki? bu yokuşun tepesinde böyle öpüşerek nereye gidiyorlardı, hele şu uzun beyaz entarili, Arap erkekler hararetli konuşmalarıyla neler anlatıyorlardı. O zamanlarda yine mi savaş vardı? Kitap baktığını sandığım Japon öğrenci  kızlar vitrine yapışmış son çıkan telefonları seyrediyorlardı. Kültür sanat yokuşu, kaldırımdan ibaret turistik caddeye dönüşmüştü. Aradıklarım neredeydiler? Memleketimin  Sivas Gökmedrese’si ve Divriği Ulucâmi’sinden aşina olduğum; Sultan Ahmet Câmii’nin o ihtişamlı minarelerini görmeseydim, yabancı bir şehirde olduğumu zannedecektim .

SULTAN AHMED CÂMİİ


İslam halifesidir eteğinde toprak taşır,
Nur dolsun türbegâhına,sultandır birinci Ahmed,
Peygamberden isim almış,kardeşlik ona yaraşır,
Hünkâr kasrında padişah,Osmanlı soyuna rahmet.

Huzura kutsal mâbed, kabul eder her canı,
Ebed ilâhî saltanat, bu camii sultan camii,
Kaç kat Mısır hazinesine ,değermiş iç mekânı.
Bir kültür Âbidesi, sultan Ahmed meydanı,

İstanbul da Mavi Câmii,Türklerin altın sarayı,
O,ilahi kubbeleri,ordu gibi intizamlı,
Sanki bir sedefhâne, İznik çinisiyle şanlı
Ezanlı minareler ,Ayasofya’dan ihtişamlı.

Gökten Hilâl yansımış,zirvedeki alem’e
Paylaşmışlar güneşi, ikiyüzatmış pencere,
Kanun dede Süleymaniye taht kurmuş karşısında,
Dünyada bir eşi yok, tarihte, şaheser yarışında.
                                                      Hülya ASLAN

On dokuz yıl önce güzel düşlerle Sirkeci Garı'ndan tırmandığım yokuşu, bugün Sultanahmet’ten yokuş aşağı tırmanıyorken,  yanıma yaklaşan Suriyeli dilencilerin "abla abla yardım" sözleriyle  irkilerek  kitapevine yöneldim,aradığım yazarlar, şairler oradalar..
Eğer biri bana sorsa ki "Hülya Bâbıâli Yokuşu nerden başlar?" Ona derim ki; yazar olmak istediğin yerden başlar…