Son yıllarda çok satan kitapların başında romanlar geliyor. Romanlar arasında tarihi konuları içerenler daha revaç.

Romanlar toplumun iç dünyasını da yansıtırlar bir bakıma. Hele hele yazarlar; asıl onlar yansıtırlar düşünce dünyalarını, toplumdan beklentilerini, toplumu nasıl görmek istediklerini… Romanın kurgusu, romanda rol alan kahramanların iç dünyası, sosyal siyasi duruşları, dünyaya ve ülkelerine bakışları… 

Romanda ele alınan konunun işlenmesi yazarın dünyasıdır aslında. Yazar her ne kadar roman kahramanlarını konuşturuyorsa da aslında kendi dünyasını, beklentilerini, dünya görüşünü konuşturur kahramanlarını. Tarihe, dünyaya, ülkesine, sosyal ve siyasi olayları roman kahramanları sayesinde kabul ettirmeye çalışır okuyucusuna. Okuyucu roman kahramanlarını sever ya da eleştirir. Ancak eğer kitabı sonuna kadar okuduysa bir şekilde yazarın fikirlerini öğrenmiş beğenmiş ya da eleştirme eğilimine girmiş olur.

Romanlar toplumu kurgulayanların elinde bir mühendislik sahası olarak görülebilir. Bu nedenle bizde roman daha çok Tanzimat sonrası önem kazanmıştır. Ekseriyetle Osmanlı’dan itibaren batıcı yazarlar romanlarla düşüncelerini topluma anlatma, beğendirme, kabul ettirme hatta dikte etme yoluna gitmişlerdir. Bu durum Cumhuriyet sonrası daha da hızlanmış bir yandan resmi söylem diğer yandan resmi söylemin tepeden inmeci fikirleri aydınlar eliyle insanı değiştirip dönüştürmeye çalışmıştır.

Devletler günümüzde sinema, film, festival, müzik, internet, gizli reklam… Soğuk savaş araç gereçleriyle toplumları yön vererek onları şekillendirmeye çalışırken XIX. yüzyılın kinci yarısından itibaren bu durum daha çok gazete, dergi, roman, deneme, fıkra, gezi, gözlem… Yazılarıyla sürdürülmüştür. Elbette modern okullar adıyla açılan batıcılaşmacı okullar ve eğitim müfredatlarını aklımızın başköşesinde tuttuğumuzu belirtmemiz gerekiyor.

Bir milletin yönü o milletin asli unsurları olan kanunlarla belirlenmezse o millet günün birinde yolunu kaybedecek, yalpalayacak, handikaplar yaşayacak; ya da en azından devletiyle- milletiyle; özüyle ters düşer hale gelecektir. Bizim milletimizin üç yüzyıldır yaşadığı sıkıntıların baş sebebi bizce budur. Millet kendi geleceğini kendisi belirleyememektedir! Burada seçimler, demokrasi, çok partili hayat gibi yöntemlerden bahsetmiyoruz! Milletin milli ve öz benliğinden uzakta gerçekleştirilmek istenen, millete rağmen millet için yapıldığı iddia edilen eğitim, adalet, ıslahat ya da devrim… Her ne olursa olsun bir şekilde milletin değerlerine saldırı, hayat şekline müdahale ve geleneklerini hiçe sayan görünümüyle yapılan jakobenist modernleşme çalışmaları millet tarafından ya ilgisiz karşılanmış ya da destek verilmeyerek sırt çevrilmiştir.

Merkezi elinde bulunduranların oluşturduğu siyasi sistemin milletle arasındaki bağlar Osmanlı dağılma dönemine kadar daha çok ilmiye ve seyfiye sınıfları tarafından sağlanmıştır. Ancak ilmiye ile seyfiyenin arası açılınca askeri sınıf merkeze bağlanmış ilmiye- dini ve milli eğitim-vakıflar, tekke ve zaviyelerden alınarak devletin tekeline geçmiştir. Bu durumun çoğu sebebinin zorunluklardan kaynaklandığını da belirmemiz gerekir. Zira eğitim ve dini sınıflaşmalar baş göstermiş söz konusu kurumlar asli özelliklerini kaybeden kurumlar haline gelmişlerdir.

Devletin tekeliyle gerçekleştirilen eğitim sisteminin içeriğini halk belirleyemez. Halkın beklentileri yerine kurumların başında olanların plan ve projeleri önem arz eder hale gelir. Bu nedenle Osmanlı gibi bir devletin yenilgi psikolojisinden, edilgenlik geri kalmışlık psikolojisinden kurtarılmasının en kestirme yolu “batının bilim ve fennini almak” şeklinde formülüze edilmiştir. Ancak bir gerçek vardır ki İbn Haldun’un ortaya koyduğu teoriyle de sabit olan bir gerçekliktir. Bizim medeniyetimize tıpa tıp uyan bir gerçek! O da yüksek kültür ve medeniyete sahip olan devletleri kendilerinden daha üstün teknolojik ve askeri yapıya sahip olan devletleri örnek almalarının kaçınılmaz olduğudur. Ancak burada gözden kaçırılan en önemli konu örnek aldığınız kültür ve medeniyetin değerleriyle sizin kültürel değerlerinizin birbirleriyle uyum sağlayıp sağlanamadığının gözden kaçırılmasıdır! Ancak sancılı dönemlerden geçildiğinden bu duruma dikkat edilmez çoğu zaman. Zaman dardır bir önce edilgenlik psikolojisinden kurtulmak gerekmekte ve savaşlarda üstün teknolojiyle düşman mağlup edilmelidir! Osmanlı İmparatorluğun en uzu yüzyılı olan çöküş dönemi bu düşünceyi eyleme koymak amacıyla yapılan alel acele çalışmalarla geçmiştir denilebilir.

Avrupa’ya gönderilen öğrenciler bir şekilde ülkelerine dönecek ve yönetimde, askeriyede, eğitimde…sosyal ve siyasi hayatın içinde bir şekilde toplum mühendisi olarak görev yapacaklardır. Tanzimat ve Islahat Fermanı, Genç Osmanlılar, gazeteler, dergiler, azınlıklara hak arama mücadeleleri, Jön Türklerin batıdaki çalışmaları, Şinasi, Ziya Paşa Namık Kemal, Ali Suavi, Agah Efendi… Halide Edip, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp ve daha niceleri… Batıya özenen ve Batının öncelikle teknolojik daha sonra kültürel, yaşam tarzı hukuk… Her alanda örnek alınmasını savunan örnek kişiler olarak karşımıza çıkacak insanları eğitme, sanat hukuk, müzik, teknoloji… Yönlendirme ve yol gösterme görevine soyunacaklardır…

Adın kavramıyla tanışacaktır milletimiz. İrfandan, köklerinden, imandan uzaklaşan aydın milletle nasıl barışsın!

Keşke aydınımız ilerlemeci, üretici ve öze dönüşü gerçekleştirici bir devrimi gerçekten destekleyebilseydi. Keşke batının taşeronu olmaktan ve zihni körelten çalışmaların içine girmeseydi!