AYDIN MENDERES’TE DİN VE MİLLET ŞUURU

Abone Ol
Dünkü yazımda rahmetli Aydın Menderes’i ‘mümin, bilge, çilekeş, mütevekkil, mütefekkir’ diye tanımlamıştım. Bunlar, onunla tanışıp-görüşmese bile konuşmalarını dinleyen, yazılarını okuyan herkesin mutabık kaldığı özellikleridir. Çünkü hayatının her anında duruşunda, sözlerinde tezahür etmiştir.
Sapasağlam olduğu dönemlerde, Ankara’daki bürosunda sohbet ettiğimiz bir gün, Iraktan konu açılınca misafirlerden biri, Araplardan kinle bahsetmişti. Aydın Bey, nazik üslubunu bozmadan şu minvalde onu uyarmıştı:
“Biz Türk’üz, Baas rejimi oradaki Türkmenlere çok zulmetti. O zulümler hiç olmasaydı bile, sadece Saddam Hüseyin’in, Fuzulî’nin türbesini yıkması da bizim o rejimden ve Saddam’dan nefret etmememize yeterdi. Fakat bunda Arapların ne suçu var? Bu meseleleri, Türk-Arap düşmanlığı hâlinde düşünmek yanlıştır. Araplarla biz, günde beş vakit aynı kıbleye yönelen din kardeşleriyiz.”

*     *     *

Bilgili ve nazikti. Yine bir gün bürosunda birkaç misafiriyle birlikte sohbet ediyorduk. Misafirleri, konuştuğumuz konuda “uzman” kabul edilen konumdaydılar. Benimle onlar arasında önemli bir yorum farklılığı vardı. Israrla tezlerimizi savunuyorduk. Aydın Bey, dikkatle bizi dinliyor, söze çok az giriyordu. O girişlerde de benim gibi düşündüğü belli oluyordu. Bir süre sonra muhataplarım, sık sık akademik unvanlarını öne çıkarmaya başladılar. Aydın Bey, o zaman yine nezaket ölçüleri içinde fakat kesin konuştu: “Hüseyin Bey doğru söylüyor” dedi ve konuyu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar açık bir dille ve harikulade mantıkî temellendirmelerle izah etti. Konu kapanmıştı. Sohbetimiz başka mevzularda sürdü.
Misafirler gittikten sonra laf lafı açar hesabı, ikimiz tekrar kendimizi o mevzuda bulduk. Konuşurken ben bir hatamı fark ettim. Said Halim Paşa diyeceğime, Hafız Hakkı Paşa demişim. Bu hatamı şimdi düzelteyim, dedim. O da “Evet, doğrusu Said Halim Paşa’dır” dedi ve Paşa’nın o meseledeki açıklamalarını teferruatıyla nakletti. “Abi, biliyordunuz da neden düzeltmediniz?” diye sordum. Şu nazik cevabı verdi:
“Hepimiz hata yapıyoruz. Bak onlar da bir sürü yanlışı ne kadar ısrarla savundular. Öyle bir tutum karşısında, sizin bir isim hatanızı düzeltmem, bütün haklılığınızı bir kusurunuzla gölgelendirirdi ki bu, size karşı adaletsizlik olurdu.”

*     *     *
Sohbetlerimizde yeri geldikçe Mükrimin Halil Yınanç’ın şu meşhur sözünü severek, hak vererek tekrarlardı:
“İslam tarihinde üç sülale vardır: Âl-i Resul, Âl-i Selçuk ve Âl-i Osman.”
Sonrasını kendi ilave ederdi:
“Bu son iki sülaleyi, Oğuz Türkleri kurmuştur.”
Bu millî duygusu, kesinlikle ırk esaslı değildi. Yeni Asır gazetesinin 7 Kasım 2011 tarihli köşesindeki şu sözler ondaki din ve millet beraberliğini anlamamıza yeter:
“Şimdi önümüze şu soruyu koyalım: Egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi olduğunu söylediğimiz millet kimdir veya ne demektir? Burada millet kavramına bugün yüklediğimiz ve esasta üzerinde de kolayca ittifak edemediğimiz kullanımını bir tarafa bırakarak 1919 yılına dönmemiz doğru ve isabetli tek yoldur. Mustafa Kemal, Amasya tamiminde millet kelimesini kullanırken acaba o gün bu kelimenin toplumdaki karşılığı neydi? Bunu bir tarife sığdırmamız mümkün olmaz. Ancak bu kelimenin bize o gün çağrıştırdıklarını hatırlayabiliriz. O gün millet kelimesi yaygın bir şekilde Müslümanlığı da içerecek bir şekilde kullanılıyordu. Bir başka ifadeyle o günkü genel kabule göre Türk Milleti’ni bir millet yapan en önemli unsur veya ortak payda Müslümanlıktı. Egemenlik kayıtsız şartsız işte bu özelliğe sahip bir topluluğa ait olacaktı.
“Cumhuriyet'in kurulmasıyla birlikte mevcut millet anlayışı tedavülden kaldırıldı. Yeni bir Cumhuriyet, yeni bir Millet yaratmak misyonunu üstlendi. Burada Müslümanlığın artık adı olmayacaktı. Tarif yapılmıştı: Cumhuriyeti kuran millet Türk Milletiydi.
İşte burası Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünün kırılma noktasıdır. Zira Cumhuriyet’i kuran ve onun meşruiyet kaynağı olan millet gitmiş, onun yerine Cumhuriyet’in tarif ettiği bir millet kavramı konulmuştu.
“Gerçi burada geçen Türk kelimesine etnik bir iddia yüklenmemiştir. Ancak bir taraftan millet kavramında Müslümanlığın yok sayılması dindar ve mütedeyyin kesimlerin dışlanmasına yol açarken, diğer taraftan kendini başka bir etnik kimlikle ifade etmek isteyenlere fırsat vermiştir. Böylece vazo iki yerinden çatlamıştı. Eğer millet kavramı 1919’da olduğu gibi Türk ve Müslüman’ın eş anlamlı kullanıldığı bir şekilde bırakılsaydı bu çatlaklar meydana gelmezdi. Devlet-Millet kaynaşması daha ilk anda sağlanmış olacaktı.”

*     *     *

Şu bir gerçektir ki, Aydın Bey’in kendisi mütevekkil olsa da bu dünyadaki bahtı karaydı.
Ahrette bahtiyar olur, inşallah.