İstiklâl Savaşı; Allahın yardımıyla kazanıldı. Yurt; her yeri işgal etmiş olan düşmanlardan temizlendi. Ki bunlar İngiliz, Fransız, Yunan ve İtalyan askerî güçlerinden ibaretti. Ayrıca başta İngilizlerin kışkırtmaları sonucu başgöstermiş olan ayaklanmalar bastırıldı.

İşgalci askerlerin kimi denize döküldü, kimi vatanın harimi ismetinde boğuldu. Yani yabancıların izinsiz girmesi yasak yer olan vatanın bağrında yok edildi.

24 Temmuz 1923’de Lozan antlaşması ile Türk İstiklâl Harbi noktalandı. Yedi düvele karşı yapılmış bir savaştı.

29 Ekim 1923’te ise Cumhuriyet ilan edildi. Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dünya tarihindeki seçkin yerine ebediyyen perçinlendi.

Bundan sonra arka arkaya bir yığın inkılâplar ve devrimler yapıldı. Bir çok değişimler yaşadı Türkiye. Zamanın zorlaması bazı şeylerin -ister istemez- yapılmasını zorunlu kılıyordu.

Ortada, şanlı Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalma, hazin bir cenaze vardı. Bazı yanlış anlayışlar, kimi bozuk bakışlar vardı. Osmanlı’dan günümüze kalan kimi kurumlar işlevini yitirmişti.

İstismara açık bir hâldeydiler. Yirminci asrın başlarında büyük bir enkaz yığınları oluşturmuşlardı. Bu halleriyle işe yaramayacak bir durumdaydılar.

Eski hâl muhal ve imkânsızdı. Ya yeni hâl olacak veya izmihlal ve çöküş mukadder, yani kaçınılmaz bir kader olacaktı.

Yeni şeyler yapmak, yeni şeyler söylemek gerekiyordu. Dün geçmişti. Gün bugün, saat bu saat, dem bu demdi.

Cumhuriyet Türkiyesi’nde, işte bu yüzden yeni şeyler yapılıyor. Yeni şeyler söyleniyordu.

Tabii ki bütün bunlar için önce geçmişin enkazı kalkmalıydı. Yeni yapılanma, yeni söylem aslında eskinin kalıntılarının kaldırılmasından başka bir anlam taşımıyordu.

Fakat niyetler ne kadar hâlis ve içten olursa olsun, yapılanlarda ifrat ve tefritten kaçmak mümkün olmamıştı. Aşırılıklar -ister istemez- olmuş. Bazı hususlarda kantarın topuzu kaçmıştı.

Nitekim bunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük bânisi, kurucusu Mustafa Kemal de anlamakta gecikmez.

Ruşen Eşref, 1928 veya 1929 yılında Yalova’da Atatürk köşküne gider. Başbaşa konuşurlar. Mustafa Kemal’i biraz düşünceli bulur. Konuşurken, gözleri ara sıra dalıp dalıp gider. Sonra toparlanarak sözlerine devam eder.

Mustafa Kemal, tüm samimiyet ve içtenliğiyle konuşur. Sözleriyle büyük bir gerçeğin altını çizer.

İsmet Bozdağ’ın Ruşen Eşref’ten duyduğu; Mustafa Kemal’in ona söylediği gerçek şudur:

“Yaptıklarımız tehlikede!

“Cumhuriyet dahil, ne yapmışsak!

“Maddî potansiyelimiz yerinde. Ama manevî potansiyelimizin bataryaları boş!

“1910’larda Abdullah Cevdet maskarasının İçtihad’ında bir yazı okumuştum, hiç unutmam. Milliyetlerin maddî ve manevî varlıklarından söz ediyordu. Bir asker olarak beni çok ilgilendirmişti. Bu yazı, Alman düşünürü Ludwig Büchner’in bir yazısı idi.

“Manevî boşlukları doldurulmamış, beslenmemiş milletlerin, hangi maddî düzeyde olursa olsun, bir gün çökeceğini anlatıyor, ispatlıyordu.

“Bunu, ben kolay anlayabilirdim. Askerdim, bir ordunun morali bozulmuşsa, hangi maddî gücü bulunursa bulunsun, savaşı kazanamazdı...Ludwig Büchner, milletlerin de böyle olduğunu ispatlıyordu.

“Bütün hayatımda bu temel fikri hiçbir zaman bir kenara koymadım. Ne yapsam, neye karar versem, maddî sorumlulukları ve riskleri de tartar, gözden geçiririm. Cumhuriyeti ilan ederken de, şapkayı giyerken de, Arap harflerini bırakırken de düşünüp taşınmışımdır, sonra yapmışımdır.