Türkiye, Avrupa Birliği’nin tam ve asil üyesi olmak için sabırla, taviz vermeden bekliyor, mümkün mertebe Avrupa Müktesebatı denilen prosedürleri yerine getiriyor. Türkiye 1959 yılında Avrupa Ortak Pazarına girmek için ilk müracaatını yapmış, Avrupa Konseyi’nin kurucusu olduğundan bu durum, Türkiye’nin doğal hakkı olarak değerlendirilmiştir. Daha sonra, 1963 yılında Ankara Anlaşması imzalanmıştır. 

Biz, DPT mensupları her ayın ilk cumaları toplanırız, bu toplantılarda dönemin DPT Müsteşarı Ziya Müezzinoğlu ve Daire Başkanları, Prof. Dr. Besim Üstünel, Prof. Dr. Atilla Karaosmanoğlu da bulunurdu. Ziya Bey anlattı... İsmet Paşa Başbakandır. AET ile Ankara Anlaşması imzalanacak, zaman geliyor... İsmet Paşa’dan bir tepki yok... AET yetkilileri, “Yahu sizi bekliyoruz, ya imzalayın ya da vazgeçin” diyorlar. Ziya Bey, Besim Hoca, imza kartonu ellerinde İsmet Paşa’ya çıkarlar, anlaşmayı tekrar hatırlatırlar... Paşa sorar “Beyler, bu anlaşma ile AET’ye gireceğiz, peki istediğimiz takdirde geri adım atıp, çıkabilir miyiz?” Ziya beyler, “Tabii Paşam” derler, Paşa “getirin, hemen imzalayayım” der... 1970’de Katma Protokol ve Avrupa Entegrasyon Belgesi imzalanmıştır. Yunanistan da tıpkı Türkiye gibi 1959’da AB’ye başvurmuş, 1978 yılında AB, Türkiye ve Yunanistan’a gelin üye olun demiştir. Ancak Türkiye’nin o yıllarda yaşadığı istikrarsız siyasi ve ekonomik krizler, o tarihlerdeki yöneticilerin “Onlar ortak, biz pazar’ sloganları, ‘Duvarı yıkar, Karşıya geçeriz” anlayışı, ayağımıza kadar gelen bu tarihi fırsatın kaçması sonucunu intaç etmiştir. Daha sonraki 12 Eylül 1980 Darbesi, askeri idare, demokrasi, insan hak ve hürriyetlerine birinci öncelik veren Avrupa’dan, Türkiye’nin uzaklaşması sonucunu vermiştir. Daha sonra Türkiye, Özal tarafından 1987’de, AB’ye tekrar müracaat etmiştir. Turgut Bey, “Avrupa Birliği, uzun, ince bir yoldur” demişti... 

Avrupa Birliği üyeliği, 50 yıl geçmesine, bizden sonra bir çok ülke alınmasına rağmen, neticesiz olarak durmaktadır. 1959 ve 1978’lerde tam üyeliğe çok yaklaşan Türkiye, izlediği yanlış politikalar sonucu bugün aday ülke statüsüne düşmüştür. Türkiye, AB’ye girsin mi, girmesin mi, tartışmaları ile zaman yitirilmiştir. Yıllar sonra, Helsinki’de adaylık müzakerelerine başlama, 1995 yılında akdedilen Gümrük Birliği Anlaşmaları, tam üyelikle alakası olmayan statülerdir. Türkiye’de bulunan bazı fanatik AB karşıtı gruplara rağmen, hükümetler Büyük Atatürk’ün, muasır medeniyet düzeyine ulaşma, Batı medeniyetini esas alma, düşüncesini muhafaza etmişlerdir. Ancak Cumhuriyet’ten bu yana kaydedilen gelişmelere rağmen, Türkiye, çağdaş bir refah toplumu olmak, ekonomik, sosyal, kültürel, çevresel standardı yakalama hedefinin gerisinde kalmıştır. 

Ben, biz AB’ye, bugün için tam üye olmasak bile gelişmiş, müreffeh, çağdaş bir toplumun standartlarına ulaşalım, planımızı, programımızı buna göre yapalım (Tabiatıyla, bu planları yapacak Devlet Planlama Teşkilatı’nı kaldırdılar...) gelişmiş, kalkınmış bir toplumun, ferdi refahın koşullarını sağlayalım düşüncesini savundum. Bak, bazıları, “biz dünyanın gelişmiş ilk 10 ekonomisi arasına gireceğiz” diyor... Şuanda 19ncu sıradayız... GNP ve fert başına düşen gelire rağmen, adına İnsani Gelişme Kriterleri denilen; sağlık, eğitim, konut, gelir dağılımı, modern araç sahipliği, sosyal hizmetler, yaşlı ve engellilere dönük şartlar, çevre ve doğaya saygı gibi sosyal sektörleri içeren, endikatörlerde, Türkiye 181 dünya ülkesi arasında 62nci sırada olup, bu utanılacak, bir durumdur... Bu kriterler, insan hak ve özgürlükleri, demokratik rejim, yargının tarafsız ve bağımsız olması özelliklerinin değerlendirilmesini de kapsamaktadır. Bu alanlarda Türkiye, büyük sorunlarla karşı karşıyadır. Türkiye’nin Katar, bazı Afrika ülkeleri hariç, genelde dış politikası, AB ve ABD ilişkileri olması gerekenden düzeyde değildir. Türkiye kurucusu olduğu Avrupa Konseyi’nin denetim listesindedir. Öte yandan AB Türkiye Raportörünün hazırlayıp, Avrupa Parlamentosu’ndan geçen 2019 İlerleme Raporunda, hukuk, demokrasi, insan hakları, yargı alanındaki noksanlar dile getirilerek, AB, Türkiye üyelik müzakerelerinin askıya alınması istenmiştir. Diğer bir Avrupalı grup da Türkiye asla AB üyesi olamaz demektedir. 

Bütün bu argümanlara rağmen, Türkiye’nin haklı olduğu bazı gerçeklerde mevcuttur. Türkiye, topraklarını bölüp ayrı bir devlet kurmak hayalinde olan kanlı, tehlikeli bir terör ile karşı karşıyadır. Biz ülkemizin, bölünmez bütünlüğünü mutlaka koruyacağız, Türkiye belki de kendi yanlış dış politikası sonucu Suriye hadisesine bulaşmıştır. Bu durum, Türkiye’yi güney sınırında başka ve riskli oluşumların yaratılması tehlikesi ile karşı karşıya bırakmaktadır. Diğer taraftan, Türkiye 3,5 milyonu aşkın mülteciyi kabul edip, onlara bakmak, kısıtlı bütçesinden kendi vatandaşlarına gereken 40 milyar doları harcamak durumunda kalmıştır. Bu büyük bir yüktür. Türkiye’nin asıl meselesi, Irak’ta yaşayan 3 milyonu aşkın Türk Kardeşini (Türkmen değil, Türkler) korumak, kollamak, onların mal ve can güvenliğini sağlamaktır. Dünyanın güçlü devletleri arasında olan NATO’da, ABD’den sonra ikinci büyük orduya sahip Türkiye, Iraklı Türk kardeşlerine daha fazla ilgi göstermek durumundadır. Büyük hata neticesi Türk toprağı olan Süleyman Şah terk edilmiştir. Kıbrıs’ta (KKTC) yaptığımız gibi, nasıl bir Irak Kürt Yönetimi varsa, bizimde Kuzey Irak Türk Yönetimimiz olmalıdır. Dış politika fevkalade hassas bir konu olup, bu iş Hariciyecilere bırakılmalı, dışarıdan konulara Fransız, Büyükelçiler atamalarına son verilmelidir. Tahmin ediyorum ki, Dışişleri Bakanı da bundan rahatsızdır. Dış politika, bağırıp, çağırmakla, sağa-sola fırça atmakla yürütülemez. Belki kendi seçmeninize hoş gelir, lakin dünyada kimse sizi ciddiye almaz. Son yıllarda dış politika yanlışlar, hatalı adımlarla doludur. 

Bir Başbakanın dediği gibi “Dostları çoğaltamadık, düşmanları azaltamadık...” Türkiye, her şeye rağmen Avrupa Birliği’ne tüm üyelik sürecini devam ettirmelidir...