Ateşe sürükleniyoruz, ateşe! (1)

Abone Ol

Küresel egemenlik peşinde olanların Ortadoğu’yu Balkanlaştırdıklarının farkında mısınız? Kuzey Afrika’dan Pakistan’a uzanan ve büyük oranda Müslüman olan coğrafyada, derinden derine, bir kimlik ve mezhep savaşı körüklenmekte. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Balkan coğrafyasında yaşanan ayrıştırma operasyonları, bugün, iletişim ve ulaşım teknolojisinin olanakları da kullanarak, daha etkili bir biçimde aynen sürdürülmektedir.

Malatya Erhaç’tan havalanan F-4 Phantom tipi savaş uçağımız Lazkiye’nin 8 mil açıklarında Suriye tarafından düşürüldü. Bu vahim olay sonrasında Türkiye- Suriye ilişkileri farklı bir boyut kazanmış oldu. İki komşu ülkenin krizi değerlendirme şekilleri ve bu krizle dolaylı yoldan bağlantılı olanların yaptıkları açıklamalar, uluslar arası hukuki ve siyasi mücadelenin giderek sertleşeceğinin işaretleridir.  
Bölgede stratejik derinliği olan Türkiye ile Batıların, Arapların, Rusya’nın ve İran’ın Suriye konusuna bakış açıları çok farklı. Başbakan Erdoğan, Suriye ile yaşanan uçak düşürme krizini değerlendirirken, “‘Türkiye’nin kardeşleriyle kucaklanmasından, Türkiye’nin yüz yıllık hasreti sona erdirmesinden rahatsızlık duyanlar var. Bunların terörü desteklediklerini, kukla yönetimleri kışkırttıklarını çok iyi biliyoruz. Büyüyen, güçlenen, etkinliği artan bir Türkiye, bu ülke için bir risk değil bir fırsattır. Güçlü bir Türkiye’den rahatsızlık duyanlar da karşılarında nasıl bir devlet olduğunu iyi anlasınlar ve adımlarını ona göre atsınlar.
Bu coğrafyadaki her oyunu, halklara, masum insanlara kast eden her senaryoyu boşa çıkarmak için Türkiye var gücüyle mücadele edecektir. Bölgede kadastro mühendisliği yapılmasına asla müsaade etmeyecektir.’
Başbakan Erdoğan böyle diyor, ama Suriye ile ilgili olan tarafların olaya bu açıdan baktıkları söylenebilir mi?
Hiç sanmıyoruz; dünyanın yeniden çok kutuplu hale dönüştüğü bir dönemde, küresel aktör olma iddiasında olanların hesapları, Türkiye’den ve dünya enerji kaynaklarının yüzde 65’ine sahip olan İslam coğrafyasından çok farklı olduğu bir gerçektir. Gelişmeleri, Kuzey Afrika’dan Pakistan’a uzanan coğrafyada Arap Baharı eşliğinde yaşanmakta olan değişim ve dönüşümün gerçek kodlarını görmeye çalışarak değerlendirmeliyiz. Aksi halde oyun kurucu değil, oyun kuranların maşası oluveririz.
Bütün ülkelerin, özellikle küresel aktör olma çabası içinde olan ülkelerin, küresel krizin olumsuz etkilerinden biran önce kurtulmak ve ekonomilerine kriz öncesindeki büyüme temposunu kazandırabilmek savaşı içinde olduklarını, bu varolma savaşını sürdürürken de insanlığın baş tacı ettiği bazı değerlerin anlamlarını kendi çıkarları doğrultusunda deforme ettiklerini unutmamak gerekir.
KİM VURDU?  
Suriye yetkilileri, “Uçağın vurulduğu yer, uluslar arası hava sahası değil, bizim hava sahamızdı. Uçağı karadan havaya füzeyle değil, uçaksavarla vurduk. Bu silahın menzili 2.5 kilometredir; bu da bizim iddiamızı doğrulamaktadır” diyorlar.
NATO askeri yetkilileri, Suriye’nin envanterinde “SA-6”, “SA-11” hava savunma sistemleri ve 23 ile 100 kilometrelik hava savunma makineli tüfekleri bulunduğunu belirterek, Türk uçaklarının bu savunma sistemlerinden biriyle vurulmuş olabileceğine dikkat çekiyorlar. Türk yetkililer de, menzili ve etkisini dikkate alarak yaptıkları yorumlarda, F-4 Fantom tipi uçağımızın büyük ihtimalle SA-6  ya da SA-11 tipi Rus üretimi hava savunma sistemlerinden biriyle vurulmuş olabileceğini savunuyorlar.
Askeri uzmanlarAna deposu Lübnan –İsrail sınırında olan ve gerektiğinde ülkenin her noktasına gönderilebilen SA-6 tipi hava savunma füze sistemi, 10 bin metre yükseklikte sesin neredeyse 3 katı kadar hıza ulaşabiliyor. Suriye 200’e yakın bu tip hava savunma bataryasına sahip olan bir ülke..
 Suriye ordusu ayrıca erken uyarı radarlarıyla da sınır ihlallerini erken bir şekilde tespit ederek önlem alabiliyor. Suriye ordusunun elinde bulunan erken uyarı radarları arasında Rus yapımı “36D6 TIN SHIELD” ile “P-35/37 BAR LOCK” tipi radarlar bulunuyor. Bu radarlar sayesinde Suriye, her konudaki sınır ihlallerini çok çabuk haber alabiliyor.  
Görüldüğü gibi, Suriye kolay bir lokma değil; “Suriye”, çok geniş aktör kadrosunun etkin rol aldıkları bir önemli konu. Suriye, mezhepsel bağ yönünden İran’ın, Çarlık döneminden beri Akdeniz’de bayrak gösterebilmek sevdasında olan Rusya’nın kol kanat gerdikleri bir ülke konumunda. ABD ve Avrupa ülkelerinin bölgeye olan ilgisi yüzyıllardır sürmekte..
HEDEF YALNIZCA SURİYE DEĞİL, DOĞRUDAN İSLAM DÜNYASI VE İSLAMİYET’TİR.
Konu başlığı “Suriye” olsa da, ilgililerin ilgi alanı Suriye ile sınırlı değil. “Suriye” başlıklı konu, küresel dönüştürme operasyonun bizi en yakından ilgilendiren bölümü. Bizi derken de kastımız, yalnızca Türkiye değil, tüm “Arap Baharı” coğrafyası yani tüm İslam Alemi’nin ekonomik varlıkları  ve İslamiyet’tir.
Küresel egemenlik peşinde olanların Ortadoğu’yu Balkanlaştırdıklarının farkında mısınız? Kuzey Afrika’dan Pakistan’a uzanan ve büyük oranda Müslüman olan coğrafyada, derinden derine, bir kimlik ve mezhep savaşı körüklenmekte. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Balkan coğrafyasında yaşanan ayrıştırma operasyonları, bugün, iletişim ve ulaşım teknolojisinin olanakları da kullanarak, daha etkili bir biçimde aynen sürdürülmektedir.
Peki, neye yaracak bu coğrafyadaki insanların kimlik savaşı çerçevesinde birbirinin boğazına sarılması; hedef nedir? Hiç kuşkunuz olmasın, BOP coğrafyası olarak tanımladığımız Kuzey Afrika’dan Pakistan’a uzanan bu küresel parselde yaşayanların yüzde 90’ı Müslüman olduğuna göre, hedef, İslam aleminin kalpgahı olan bölgede din kardeşlerinin birbirinin katlini vacip görecek bir kin deryasına sürüklenmesidir. Bir zamanlar Avrupa’da yaşanan 30 Yıl Savaşları’nın, Yüzyıl Savaşları’nın İslam Alemi’ni Ortaçağın karanlıklarına sürükleyecek şekilde ateşe sürüklemesidir.
Suriye konusunun bu derecede kaygı uyandırmasının nedeni, üç semavi dinin beşiği olan Ortadoğu coğrafyasında giderek keskinleşen bir Alevi-Sünni, Arap-Fars cepheleşmeleri yaratmasıdır. İran, Irak, Suriye ve Lübnan parseli ile Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve Ürdün parselleri en küçük bir kıvılcımla bölgeyi cehenneme çevirebilecek “düşman kardeşler” cephelerini oluşturmaktalar.
SÜNNİ- Şİİ KAMPLAŞMASININ YANI SIRA ARAP-FARS REKABETİNİ DE DİKKATE ALMAK GEREKİR
Mezhep savaşı endişesi olarak belirginleşen cepheleşmeye paralel olarak, Suudi Arabistan ile Katar’ın öncülüğünü yaptığı bir Arap-Fars rekabetini de göz ardı etmemek gerekir. Hem mezhepsel hem de kimliksel alanlardaki ayrıştırma operasyonları, İslam Dünyası’nı sonu gelmez bir iç savaş girdabına sürükleyebilir.
Bu coğrafyada Arap Baharı yaşamamış otoriter rejimler, mafyalaşan devlet yapılanmaları varlıklarını ve iktidarlarının devamını böyle bir kargaşanın derinleşmesine bağladıklarından, gelişmelerin giderek bütün İslam Alemi’ni içene çekecek olan bir mezhep ve kimlik savaşı girdabına dönüşmekte olması, “sonucu nereye varır?” sorgulaması yapılmadan yalnızca seyrediliyor.
İslamiyet’in kendi içinde zaafa düşmesini arzulayan, hedefleyen öylesine ilginç gelişmeler izliyoruz ki, Şam yönetiminin kendi halkına karşı giderek gaddarlaşması karşısında, küresel çapta rekabet içinde olan güçlerin zaman zaman karşı karşıya, zaman zaman da yan yana durduklarına hayret ve ibretle tanık oluyoruz.
Stratejik konumları yanı sıra, dünya hidrokarbon rezervlerinin yüzde 65’ine sahip olması nedeniyle,  Kuzey Afrika’dan Pakistan’a uzanan BOP coğrafyası ve Akdeniz’in kontrolü konusunda kıyasıya bir rekabet içinde olan Rusya/Çin ile ABD/AB cepheleri, İslam Alemi’nin, uzun yıllar sürecek ve nerede duracağı kestirilemeyen bir mezhep/kimlik kavgasının içine sürüklenmesi konusunda ortak tavır sergileyebiliyorlar.
Bu ilginç ortaklığın bir yansımasını, uzun yıllar bir mezhep savaşı yaşamış olan Irak-İran ilişkilerinde de görebiliyoruz. Irak’ta Maliki rejiminin İran-Suriye-Hizbullah paralelinde bir tutum sergilemesi, Irak’ın artık tek parça kalamayacağının bir göstergesi olmasının yanı sıra, İslam Alemi’nin, hiç de arzulanmayan bir süratle, bir mezhep çatışmasına sürüklendiğinin belirtisi olarak değerlendirilebilir. Ülkesinin kuzey parselindeki Kürt yönetimi ile bağları giderek gevşeyen Maliki, kendisini iktidardan uzaklaştırmaya yönelik girişimlerin başarıya ulaşması halinde, Irak’ın güneyinde bağımsız bir devlet kurmaktan söz etmektedir. Bu tehdit karşısında Mukteda Sadr’ın, “ülkenin birliği Maliki’den önemlidir” çıkışı, Irak’ı bir ve bütün tutmaya, daha da önemlisi bütün Ortadoğu’yu içine çekecek bir mezhep çatışması çıkmasını önlemeye yeterli olabilecek midir?
Irak’ın parçalanması demek, Ortadoğu merkezli bir küresel kapışmanın Rusya/Çin ile ABD/AB rekabetinin artık su yüzüne çıkması, kozların daha net paylaşılması demektir. İşin ilginç tarafı, küresel ekonomik krizden çıkma savaşı içinde olan ve bu yüzden dünyanın enerji kaynaklarını paylaşma konusunda acımasız bir rekabet içinde olan küresel güçlerin, İslam Dünyası’nda kimliksel ya da mezhepsel eksenli bir iç savaşa neden olabilecek gelişmeleri körükleme konusunda ortak bir tutum içinde olmalarıdır.