AŞKSIZ ŞİİR OLMAZ

Abone Ol
İnsanoğlu -kadın veya erkek fark etmez- doğumundan ölümüne kadar hep eksik bir yanı olagelmiştir. İnsanoğlunun hissettiği bu eksiklik onu tamamlanmaya, mükemmel olmaya yöneltmiştir. Halk dilindeki kadın ve erkek birlikteliği için yapılan tanımda “bir elmanın iki yarısı” sözü bu anlamda oldukça yerinde bir tanımdır. Fıtrata baktığımızda erkeksiz kadın, kadınsız erkek fıtrata terstir ve bu yüzden psikologlar bekârlığı hastalık olarak tanımlamışlardır. Nasıl ki, cemiyetsiz insan uyumsuz ve eksik sayılmışsa, kadınsız erkek, erkeksiz kadın da eksik ve uyumsuzdur.
İnsanı ileride bekleyen bazen de bulunduğu anda yakasını bırakmayan “yalnızlık” ve “eksiklik” olgusunun korkuya dönüşmesinin nedenlerinden biri de belki budur. İnsanın kendini yalnız ve eksik hissettiği bu noktada aşk ve inanç insanoğlunun vazgeçilmez sığınağı olup çıkıyor. Zira insan eksikliğini ve yalnızlığını ancak kendi dışındaki bir başka varlıkla giderebilir veya bir değerle tamamlayabilir. Bu tamamlanma süreci boyunca insan hep arayıştadır. Bu arayış bazen insanı uçsuz bucaksız denizlere sürükler, rotasını kaybetmiş gemi misali dolaştırıp durur. İnsanın bu sürüklenişi eksikliğini giderme çabasından başka bir şey değildir. Bu aşamada insanın en çok eksikliğini hissettiği şey aşktır. Çünkü aşk mükemmelliktir.
İnanç insanı zihinsel doyuma ulaştırırken toplumsal mükemmelliğe, aşk ise insanı ruhsal doyuma ulaştırıp fıtri mükemmelliğe ulaştırır. Aşk yaşanıldığı süreç içinde hastalık olarak algılansa da sonucu olarak insanı aşkın bir boyuta ulaştırdığı için mükemmel bir şeydir. Toplum içinde sezgisi en güçlü olan şairlerin, âşık olmaya duyarlı olmalarının nedeni, insani olarak onların sevgiye daha meyilli yaratılmalarıdır. Zira aşk şair için vazgeçilmez bir unsur, şiir için ise sonsuz ilhamdır. Aşkın şair için vazgeçilmez oluşu, konu olarak onun işlenmesi değil, insan ruhundaki ateşi yakması açısından önem taşır. Aşk, şairin duygularını depreştiren, acı ve öfkesini harekete geçiren, dahası ilhamını oluşturan dinamizmdir.
Bir şairin; “gençliğinde herkes şiir yazar ama otuzunda halen şiir yazıyorsa o kişi şairdir” sözü aşkın şiirle olan ilişkisinin gizli tanımıdır. İnsanın aşkı en yoğun olarak yaşadığı yıllar on beş yirmi beş yaş arasıdır. Hep bu yaşlarda âşık olur ve ilginç olan hep bu yaşlarda şiire yönelir insan. Gençliğinde âşık olmayıp da şiir yazmayan bir kimse var mıdır? Gençliğinde her genç insanı şair yapan duygu, onların şair olarak doğması değil, aşkın onları bülbül etmesidir. Çünkü şiir gücünü aşktan alır. Kelimeler ve sözcükler şiirle ruh kazanırlar. Aşk şiire dönüştüğü zaman kelimeler metafizik boyut kazanır ve insana erişilmez hazlar tattırır, aşkınlaştırır. Kelimelerin insan üzerindeki bu gücünü neyle ifade edebiliriz? İnsanı bu denli etkileyen güç aşk değil de nedir? Kelimeleri tek tek ele aldığımız zaman içleri boş ölü varlıklar olduğunu görürüz. Ama aşkla yazılan şiir, insanı zikir halkasında kendinden geçiren vecd halinde bir dervişe dönüştürür, metafizik âleme çeker, duyguların zirvesine çıkarır.
Bu durum usta bir şairin şiiriyle anlatılabilir ancak;

“Ben bir şarkı, ben bir türküyüm
Ben Meryem’in ayağındaki tüyüm
Beni bir aczin nefesi uçurur
Kalbimde Allah’ın elleri durur
Cici ayaklarım iplikle bağlı
Ben onun sılası, kendimin gurbetiyim.
Ben bir azizin hasreti
Ben Meryem’in ayağındaki tüyüm
Benim gözlerim yeşildir, evet onun gözleri kara
Ben günah kadar beyazım o tövbe kadar kara.”
 
Bu şiirdeki anafor bizi içine çeker, kelimeler sözcüklerin ötesinde bir dünyada önümüze koyar. Her sözcük düşünce ve ruh dünyamızı aşka boyar. Bu büyülü sözcüklerin nasıl böylesine güçlü olduğuna değil, bu sözcükleri böylesine büyülü ve tılsımlı kılan gücü aramalıyız. Bu güç hiç kuşkusuz şaire bu şiiri yazdıran aşktan başkası değildir.
 Şiir anlatılmayanı anlatmak, görülmeyeni hissetmek, dahası varoluşun farkında olmaktır. Aşk şiire işte bu noktada girer ve hiçbir anlam ifade etmeyen nesnelere, kelimeler aracılığıyla ruh verir, can verir. Aklımızdan geçmeyen imgeler imajlar, semboller yaratır. Şiir bunu yaparken gücünü aşktan alır. Aşk bugün popüler anlamda indirgendiği cinselliğin ötesinde güzel, estetik ve mükemmel olana duyulur. “Güzel olan özetlenemez” der Eflatun. Ama şairler Eflatun’un tersine güzel olanı şiirleriyle özetlemeye çalışırlar. Şiir işçiliği, kuyumcu titizliğiyle mısralarını örerken bal yapan arıya ne çok benzerler. Çiçeklerden topladıklarını bala dönüştürürler. Arının balı, konduğu bütün çiçeklerin, şairin şiiri ise bütün güzelliklerin özetidir. Her şiir, bir güzel için yazılmış özgün bir manifestodur.
Aşk, güzel olanı ararken aynı zamanda iyi olanı aramanın adıdır. Yine Eflatun’dan örnek verirsek, “güzel olan her şey iyidir” der. Şiir bu anlamda hem güzel hem iyidir. Çünkü insanın ruhuna hitap eder, insanın yüreğini kuşatır.  Aşk yalnız kadına duyulan bir şey değildir; bir düşünceye, bir varlığa veya bir heykele duyulabilir. Aşk hem hayata anlam katar hem insanın benliğine. Zira aşk sayesinde kadın bir anlam bir değer kazanır. Düşünce ve fikirler canlılığını korur, putlaşır hatta tanrısallık kazanabilir. Bu bağlamda şiiri gizliden ve derinden besleyen kaynağın aşk olduğu bir gerçektir. Çünkü aşk şiiri, şiir aşkı meydana getirir.

“Lav atan volkan gibi ne susmuş ne sönmüşüm
Ben bu iman uğruna çılgınlara dönmüşüm”

diyen Osman Yüksel’in imana olan aşkı ve bu aşkın şiirdeki gücünü bu mısradan daha güzel ne ifade edebilir? Şiir ve aşk, aşk ve şiir iç içe geçtiği bu mısralar, yalnızca şiir bilgisiyle bir şiirin yazılamayacağını göstermiştir. Hiçbir şiir yoktur ki aşksız, hiçbir şair de yoktur ki, sevgisizle kalem oynatmış olsun. Kısacası kalıcı olan şiir aşkla yazılan şiirdir. Bundan dolayı “Aşksız şiir olmaz” diyebilme cesareti gösteriyoruz.