Her şeyin cehli, bilinmezliği insanı karanlıklarda bırakır.
     Halbuki cehil, cehalet ve bilgisizliğin en büyük düşmanı olan İslâmiyetin gereği; başta ilim sahibi olmakla beraber metanet ve sağlam duruştur.
     Metîn olmaktır. Sebat edip kararlı oluş ve azimliliktir. Hakk'a taraftarlıktır.
     Dîni ve dinin emirlerini korumak ve gözetmektir. Ciddiyetle tatbik edip uygulamaktır.
     Kısaca sağlam bir duruş sergilemektir. Cehalet ve muhakemesizlikten; yâni düşüncesizlik ve fikir yürütmekten yoksun oluştan ileri gelen taassup ve fanatik bir şekilde taraftarlık değildir.
     Cehil, cehalet ve bilgisizlikten meydana gelen taassup, fanatiklik ve körü körüne taraftarlığın en dehşetlisi; bazı Avrupa taklitçilerinde ve dinsizlerinde bulunur.
     Çünkü onlar sathî, yüzeysel şüphe ve kuşkularında inatçı ve ısrarlıdırlar.
     Oysa bürhan, delil ve kanıtla hareket eden âlim ve bilginlerin yolu bu değildir.
     Şimdiki fikir ortamında ise basit cehalet; yâni bilmediğini bilmek demek olan cahillik ki ayıplanmaz.
     İşte bu tür cehaleti; mürekkep cehle; bilmemekle beraber, bilmediğini de bilmemek demek olan katmerli cahillik ve kara cahilliğe çeviren en önemli sebep şudur:
     Meçhul ve bilinmeyen bir şeye parlak bir isim takmakla, anladım sanmak ve meçhul şeyleri onunla irtibatlandırıp, ona raptedip bağlamakla, izah ettiğini ve açıkladığını zannetmektir.
     Evet, tarif ve tanım; ya hat ve çizgi, ya yazı ve resimle olur.
     Fakat, tarif edici cahil; isimlendirdiğine temas eden yönünün konuyla uzaktan yakından bir alâkası yoksa, adlandırdığı şeyin göze çarpan yüzü de şeffaf, belirsiz ise, ona cansız ve anlamsız bir isim vermekle, o şey tarif edilmiş sayılmaz.
     Nitekim, telkin ve hipnoz yolu ile birini tesir altına almaya; “manyetizma” deyip halletmiş olmayız.
     Birinin düşündüklerini veya uzakta geçen bir olayı duygusal hiçbir bağlantı olmadan algılamalara “telepati” deyip, bir kenara çekilemeyiz.
     Veya mıknatıstaki çekim kuvvetine ”mıknatıs kuvveti” diyerek işin içinden çıkamayız.
     “Hakikat” denilen yüksek seciye ve ahlâkımız; tabakalar altında örtülü kalmıştı. Âdeta hapsedilmişti.
     Fakat bugün çeşitli istibdat ve baskı tabakalarının hükümsüz kalıp ortadan kalkmasıyla, omuzumuz üstünde duran cehil, cehalet ve gaflet tabakaları dağılmaya başlamıştır.
     Harekete geçmemiz için, girişimde bulunmamızı isteyen hakikat habercileri her bakımdan bizi uyarıyor:
     Mahiyet ve içyüzümüzde kadere fetva verdirdiğimizden dolayı ekilen çeşitli baskıları kaldırmak, mukadderatımızın parlaklığını fiilen ortaya koymak, içimizde saklı seciye ve güzel ahlâkımızı, gömülü kalmış olan kabiliyet ve istidatlarımızı yeniden yeşertmek için; maarif, eğitim ve öğretimin hayat bahşeden suyu ile sulama ve suvarmanın vaktidir. Yoksa kuruyacak, ya da çürüyüp gidecektir.
     Kaldı ki, Kur'an âyetleri başlarında ve sonlarında şu meal ve anlamlara gelebilecek hatırlatmalar- da bulunmuş iken:
     “Aklına bak.” “Fikrine, kalbine danış, onunla görüş ki, hakilati bilesin.” “Neden bakmıyorsunuz, ibret almıyorsunuz?” “Bakınız ki hakikati bilesiniz.” “Biliniz!” ve “Bil!” “Hakikatine dikkat et!” “Acaba insanlar neden bilemiyorlar? Bilmediğini bilmemek gibi, katmerli bir cehalete düşüyorlar? Neden akıl etmiyorlar? Divaneliğe düşüyorlar! Neden bakmıyorlar? Hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insanlar, dünya olaylarını tefekkür edip düşünmüyorlar, ki doğru yolu bulsunlar? Neden tefekkür ve aklen muhakeme edip işin sonunu düşünmeyerek dalâlet ve sapıklığa düşüyorsunuz? Ey insanlar ibret alınız. Geçmiş asırlardan ibret alıp gelecek manevî belalardan kurtulmaya çalışınız.”
     Bunlar gibi daha nice âyetler; insanların akıllarına başvurmalarını ve fikirleriyle meşveret etmelerini ısrarla hatırlatıp nazara veriyor.
     Evet cehil, cehalet ve bilgisizlik; terakkî, ilerleme ve gelişmeye asla imkân vermez.