Hidayet Ehli'nin / doğru yolda olanların, dindar ve inanç sahiplerinin; rekabet edercesine ihtilâfı / birbirleriyle anlaşmazlık içinde olmaları; âkıbeti / işin sonunu düşünmemekten değildir.
     Kasr-ı nazardan / dar ve kısa görüşlülükten de değildir.
     Dalâlet Ehli'nin / yanlış ve sapık yolda olanların; samimî bir şekilde ittifakları / birlik içinde olmaları ise, âkıbetendişlikten / gidişatın sonunu düşünmekten değildir.
     Yüksek nazar ve ileri görüşlülükten de değildir.
     Belki, Hidayet Ehli / dindar ve inançlılar; hak, hakikat ve gerçeğin tesir ve etkisiyle; nefsin kör hislerine kapılmaz.
     Kalbin ve aklın dûrendişane / uzağı gören, ileriyi düşünen; istek, arzu ve meyillerine tâbi olur, uyar ve itaat eder.
     Fakat yine de, istikameti / doğru yolda olmayı ve ihlâsı muhafaza edip koruyamadıklarından; işte sırf bu yüzden; o yüksek makam ve mevkilerini muhafaza edemezler. İhtilâfa / anlaşmazlıklara düşmekten kendilerini kurtaramazlar.
     Dalâlet Ehli / sapıklar gürûhu ise, kötülüğü isteyen, hayvanî duyguları da içinde barındıran, nefsin ağır basması ve heva, istek ve heveslerin etkisinde kalır. Kör olur. Âkıbeti / işin netice ve sonucunu görmez bir duruma düşer.
     Bir gram hazır lezzeti kilolarca ilerideki lezzete tercih eder.
     İşte bu menfî / olumsuz, zarar verici his ve duyguların gerektirmeleriyle; birbirlerine karşı sözde samimî oluyor. Muaccel / peşin, hemen elde edebilecekleri hazır bir menfaat / yarar ve önlerindeki hazır bir lezzet için, şiddetli ittifak edip bir araya gelebiliyorlar.
     Evet, dünyevî hazır lezzet karşısında, peşin menfaat ve yarar etrafında; aşağılık, kalpsiz nefisperestler / nefsin menfî arzu ve isteklerine uyanlar; samimî bir ittifak yapıp, birlik oluşturabiliyorlar. Görünüşte de olsa ittihad edip, birbirlerine sözde de olsa kenetlenebiliyorlar.
     Hidayet Ehli ise, âhirete ait ve ileriye müteallik / gelecekle alâkalı ve geleceğe bağlı semerât-ı uhreviyeye / ahiret meyve ve sonuçlarına ve kemâlâta / mükemmelliklere; kalp ve aklın yüksek düstûr prensip ve ilkeleriyle müteveccih ve yöneliktirler.
     Bundan dolayı, esaslı bir istikamet / doğruluk ve tam bir ihlâs / içtenlik ve gayet / son derece fedakârane / fedakârcasına bir ittihat ve ittifak / tam bir birlik yapabilirler.
     Fakat bu güzel hasletler içindeyken bile; maalesef enaniyet / benlik ve bencillikten tecerrüt edip sıyrılamazlar. Benliklerinden kopamazlar.
     İfrat ve tefrit / aşırılık ve gerilikler içinde kalırlar. İşte bu sebepten ötürü; ulvî / yüce bir menba-ı kuvvet / kuvvet ve güç kaynağı olan ittifakı / birlik ve beraberliği oluşturma imkânını kaybederler. İhlâs, yâni aralarındaki samimiyet ve içtenlik de kırılır.
     Vazife-i uhreviye / âhirete ait görevleri de zedelenir. Yara alır. Bundan dolayı rıza-yı İlâhî / Allah'ın rızası da kolayca elde edilemez.
     İşte bu önemli hastalığın merhemi ve ilâcı: “El-Hubbu fi'llah.” / “Allah için sevmek.”tir.
     Bu sırra tutunarak hak yolda gidenlere refakat edip katılmaktır. Onlarla iftihar etmektir. Onlarla övünmektir. Onların arkalarından gitmektir. İmamlık / önderlik ve rehberlik şerefini onlara bırakmaktır.
     Ayrıca o hak yolunda, kim olursa olsun; kendinden daha iyi olduğuna ihtimal vermek; böyle düşünmek, buna hamletmek, öyle hükmetmektir.
     Bu suretle enaniyet, benlik ve bencilliğinden vazgeçmek; ihlâs ve içtenliği kazanmaktır.
     Çünkü ihlâsla bir gram amel; ihlâssız kilolarca amellere / bu şekilde dindarlığın gereklerini yerine getirmeye; râcih / üstün ve tercih edilir olduğunu bilmektir.
     Hattâ tâbiiyeti / uymayı, mensup ve bağlı olmayı; mes'uliyet ve sorumluluk sebebi olan; hatarlı / tehlikeli ve korkulması gereken metbuiyete / kendisine tabi olunmaya / kendisine uyulmaya tercih etmeli. Zira, ancak bu yolu seçmekle; hastalıktan kurtulur. İhlâsı kazanır.
     Uhrevî / âhirete ait vazife ve görevlerini hakkıyla ve tam olarak yapabilir.