Tıbbi bir uygulama olan aşılar hayatımıza yeni dâhil olmuş değil. Ve aşıların yararlılığı öylesine kabul görmüş ki; mesela ülkemizde dünyaya gözünü açan her bebek gençliğinin ilk dönemine kadar yoğun bir aşılama süreci yaşar. Doğumdan itibaren her çocuğa hepatit B, difteri, boğmaca, tetanoz, çocuk felci, menenjit, verem, pnömokok, kızamık, kızamıkçık ve kabakulak gibi hastalıklara önlem olarak düzenli aşılar yapılır. Bunlar isim sayısıyla sınırlı olmayıp ikinci ve üçüncü dozları da vardır. Bakmayın siz bugünlerde aşı karşıtlarının “yerli aşının üretilmesini bekliyoruz” şeklindeki tezviratlarına; esasen herkes damarlarında, yabancı menşeli bu aşıları taşımaktadır. Ve emin olun yerli aşı piyasaya sunulduğunda da ilk bunlar karşı çıkıp “güvenilirlik sorunu var” diyecekler; bekleyip göreceğiz. 

Adam, Alman firmaların ürettiği bilumum ilaçları kullanıyor. Hatta müzmin hastalığından sebeple, aşıyı da üreten firmanın ilacını cebinden eksik etmiyor ama nedense iş Korona aşısına gelince basıyor vaveylayı…

Yine adam elinde Çin mamulü telefonla geziyor; iş yerinde Çin’den ithal ürünler kullanıyor ama sıra aşıya gelince “Bu Çinlilerin neyine güveneceğiz?” diye figan ediyor. Oysa araştırmacılar Dünya tarihinde ilk aşının ta Milattan Önce 200 yılında Çiçek hastalığını önlemek üzere Çin'de geliştirildiğini kaydeder. Türklerin Çinlilerden çok daha eski tarihlerde hastaların tenindeki çiçek kuruntularını alıp çeşitli polenlerle karma yaparak aşı uyguladıkları da yakın tarihlerde ortaya çıkmış bir gerçektir. 

Aşı hususunda Bayındır Sağlık Grubunun internet sitesindeki şu tespiti çok önemsemek lâzım: “Eskiden ölümcül olan hastalıkların çoğu aşı nedeniyle kontrol altına alınsa da, turistik seyahatler ve göçlerin arttığı, sınırların kalktığı günümüzde aşısı olmayan ya da hastalık taşıyıcısı olan insanlar aracılığı ile hastalıklar çok hızlı yayılabiliyor.” Bu zaviyeden baktığımızda aşı karşıtlarının, hastalığın yayılmasına çanak tuttuklarını söylemek mümkündür.

Aşılar kadar karşıtlığının da tarihi bir serüveni var. Bugünkü çiçek aşısının mucidi İngiliz cerrah Jenner, 1796'da geliştirdiği aşıyı ilk olarak köyündeki çocuklar üzerinde deneyip olumlu sonuçlar almış. Bunun üzerine Birleşik Krallık aşıyı zorunlu hale getirmiş. Fakat o günkü İngiliz muhalefeti de ‘bugün bizdekine benzer şekilde’ ciddi tepkiler koyarken, aşının hastalıktan daha tehlikeli olabileceğini, dinen uygun olmayabileceğini ve hatta zorunluluğun bireysel özgürlüklerin ihlali sayılabileceğini öne sürmüş.

Bakın, kuduz aşısının mucidi Louis Pasteur’ün başına gelenler de bugüne ne kadar benziyor. 1885’de virüsün zayıflatılmış türünden kuduz aşısını üreten Fransız bilim adamı “laboratuvarda kuduz üreterek” ekonomik kâr elde etmek istemekle suçlanmış.

Tarihin açından da tarihin tekerrür ettiğini görüyoruz.

Bunları yazarken şunu da belirtmemde yarar var; Koronavirüsün laboratuvar ortamında üretilip modern yöntemlerle dünya genelinde yayılmış oma ihtimalini önemli buluyorum. Fakat virüsün laboratuvarda üretilmiş olması, aşı ve ilaçları geçersiz kılmamalı. Bizimde babamız 2020’in ilk aylarında çıktığı umre seyahatinden koronavirüs illetine tutularak dönmüş, hastanede 20 gün entübe durumda tutulduktan sonra, Konya’da ikinci plazma, yani korona geçirip iyileşmiş hastaların kanından alınan antikor tedavisi uygulanarak hayata döndürülmüştü. İşte o günlerde dahi telefonla görüştüğümüz bazı zatlar, “Korona diye bir şey yok, ben inanmıyorum” diyebiliyordu. 

**

AH AFGANİSTAN!

1978'de yaşanan darbenin ardından sosyalizme evrilen Afganistan o yıllardan beri huzur bulamadı. Mücahitlerin darbecilerle olan mücadelesini kırmak isteyen Sovyetler Birliği 1980'li yıllarda Afganistan'a müdahale etti; nesiller bu savaşta yitip gitti. 1996’da ülke yönetimini ele geçiren Taliban yönetimi 2001'de Amerika’nın ülkeyi işgal etmesiyle sonlandı. Fakat her şey asla sütliman olmadı. Amerikan Başkanı Biden’in Amerikan askerlerini Afganistan’dan çekme kararından sonra, herhangi bir eylem yaşanmadığı günlerde Türkiye’ye akın akın Afganlı mülteci göçü oluştu. Sürecin devamında da DAEŞ’in bombalı eylemleri başladı.

Ömrünün önemli bir devrini Afganistan’da savaşarak geçiren ve bir bacağını Afgan topraklarında bırakarak Türkiye’ye dönen Fatih Türegün, görüşmemizde “Mülteci çaresiz insandır, sığınmaya muhtaçtır. Fakat Türkiye’ye gelmeye çalışan sözde Afganlara bakıyoruz; her biri pehlivan gibi insanlar ve yanlarında babaları, dedeleri, anaları, hanımları ya da çocukları yok. Bu insanların arasında ciddi anlamda operasyonel insanlar olabilir. Devletimizin, ülkemize karşı yürütülmek istenen hassas operasyonlara karşı tedbirli olduğunu düşünüyorum” diyordu. Türegün’ün Kuşkularına katılmamak elde değil.

Peki, Türkiye “Bana ne Afganistan’dan” diyebilir mi?

Fatih Türegün’ün bu soruya da net bir cevabı var; “Bizim ‘Bana ne’ deme gibi bir lüksümüz yok. Zira bütün yollar Anadolu’ya, Türkiye’ye çıkıyor. Bizim Suriye’de, Libya’da, Afganistan’da olmamız her şeyden önce kendi güvenliğimizle ilgilidir.”

**

EFSANE DEDİĞİN MEHMET OKDUT GİBİ OLUR

Mehmet Okdut ağabey Konyaspor Kulübü Başkanı olmasının ötesinde bizim de çalıştığımız Merhaba gazetesinin yönetim kurulu üyesiydi. Fakat kulüp yönetimine ve takıma dair hiç bir eleştirimizde bize "patronsu" bir tavır göstermeyip "işi bilen insanlar" muamelesi yaptı. 90’lıyıllarda zaman zaman gazeteye gelir, spor servisinde uzun uzun sohbet ederdik. Sezonun devam ettiği bir gün transfer konusu açıldı. Nail Bülbül ağabey "Transfer için oyuncu izletiyor musunuz?" diye sorunca Okdut heyecanla bana dönüp "Asıl Mustafa'ya sormak lâzım. Bütün deplâsmanlara gidiyorsun. İzlediğin maçlarda bize yarayacak, gözüne çarpan oyuncu oldu mu hiç?"  diye sordu. Tereddüt göstermeden "Olmaz mı, var tabi. Mesela Yozgatspor'da Osman diye bir oyuncu var. Kıdemli futbolcu ve şahsiyetli bir insandır. Transfer edip takım kaptanı yapın; birkaç sezon oynasın. Sonra da teknik direktör yapıp kulübü emanet edin. Başınız ağrımaz" demiştim. 

Kendisi hakkındaki bu diyaloğumuzdan Osman'ın haberi yoktu,  zaten tanışmıyorduk da. Mehmet ağabey o sezonun sonunda ilk olarak Osman’ı transfer etti. Eski Petrolofisi ve Gençlerbirliği’nin meşhur Osman Özdemir’i Konya’da yüreğini ortaya koyarak oynadı ve herkesin takdirini kazanarak gitti. Sonraki yıllarda ise Konyaspor'un zor zamanında, hem de transfer yasağı konulduğu dönemde teknik direktör olarak geldi ve İsmet Karababa'ların altyapıdan yetiştirdiği oyuncularla; herkes ‘Bu takım küme düşer’ derken o şampiyonluğu kıl payı kaçırdı.

Mehmet Okdut profesyonel futbol oynamış, devrinin meşhurlarıyla Konyaspor’da Ankaragücü’nde takım arkadaşlığı yapmış, İstanbul’dan gelen transfer tekliflerine kulak tıkamış bir insandı. Bilerek kulüp yöneten ender başkanlardan biri oldu. Mart ayında vefat eden Teknik Direktör Müjdat Yalman’la takım arkadaşıydı ve Konyaspor’da da bir dönem Başkan-Teknik Adam olarak birlikte hizmet ettiler.

Okdut ağabeyle son görüşmemizi KGC'nin Bayram gazetesini hazırlarken KONET’i ziyaretimiz sırasında yapmıştık. Bizim geldiğimizi haber alınca bulunduğumuz servise gelmiş ve saatlerce sohbet etmiştik. 2011’deki o ziyaretimizden bir süre sonra; doğup büyüdüğü şehrin takımında futbolculuk, kaptanlık ve başkanlık yapan, dara düştüğünde kulübü kapanmaktan kurtaran Mehmet Okdut’un rahatsızlığa tutulduğunu öğrendik! Ömrümün son yılları bu çetin hastalıkla geçti. Bir Konyaspor efsanesi olan Mehmet Okdut geçen hafta Dünya çilesini tamamlayarak ahirete irtihal etti.  Allah rahmet eylesin.

**

KONYA’NIN AVNİ’Sİ DE GİTTİ

Konya Belediyesindeki memuriyet yıllarından tanıdığımız Hüseyin Avni Uluer Konya’nın neşeli yüzüydü. Bulunduğu ortama pozitif enerji veren, varlığından herkesin mutlu olduğu, çözüm ve espri ustasıydı. Tatlı dili ve güler yüzüyle, kıvrak zekâsı, ikna kabiliyeti ve öngörüsüyle açamayacağı kapı yok gibiydi. Spor camiasında güçlü bir yeri vardı ve önemli hizmetlerde bulundu. Mesela Kombassan Konyaspor basketbol takımın Koraç Kupasında mücadele ettiği döneme damga vuran isimlerden biri de oydu. Dönemin çalışkan ve üretken Gençlik ve Spor İl Müdürü Necati Yeğenoğlu’na danışman mesabesindeydi. Gençlik ve Spor Genel Müdürü Mehmet Baykan ile de ‘kıskandıran cinsten’ bir dostluğu vardı. 

Avni Uluer ile en son merhum İhsan Kayseri’nin cenazesinde görüştük. Sarılamasak da mesafeli bir şekilde selamlaşıp kısaca halleştik. Bir daha görüşemeyeceğimizi ikimiz de bilmiyorduk. Geçen hafta güne Avni Uluer’in vefat haberiyle uyandık. Allah rahmet eylesin.

**