Evet, gidişata bakılacak olunsa, herhalde bundan böyle biz bize hiç mi hiç benzemeyeceğiz!.. Niçin mi? Niçin olacak; TV-dizilerine ciddi bir yönden bakılacak olunsa, hemen her şey açıklıkla görülebilir. Zira hemen her dizi A’dan, Z’ye bizi, yânî bizim toplumumuzu temsil etmektedir!.. Dizilerin senaristleri herhâlde; bizim toplum yaşantımıza, bizim aile ve komşu ile arkadaşlık, dostluk münasebetlerine bakarak böylesi yapımlara imzalarını basmaktadırlar diye düşünüyorum!... Meselâ: Ana-baba ayrı, ayrı âlemlerde, evlâtlar ise ayrı!... Çoğunlukla ana-baba geçimsizlikten boşanmış veya ayrı yaşamakta ve bu meyanda akla gelmedik entrikalarla kadınlar kadınları, erkekler erkekleri mağdur etmeye çalışarak çevirdikleri entrikalarda meşhur Cesare Borgia’yı dahi gölgede bırakabilecek pek eksantrik ve fakat tiksindirici dolaplar çevirebilen bir toplum ki, düşman başına... Arada evli ve birlikte ömür tüketen aileler de muhakkak ki, var ve bir çeşni olarak aralara serpilmiş. Lâkin, böylesi evliliklerde: “Erkek sünepe, kadın ise şirret mi şirret” olmakta ve böylece evlâtlar da kendi başlarının çaresine kendileri bakmaya mecbur kalmaktadırlar... Yânî, günümüz tabiri ile: “Kendi ayakları üzerinde” durmaya çalışmaktadırlar... Peki durabilmekte midirler?.. Tabii ki durmaktadırlar: (Maddi gelir ana-baba’dan, manevi destek ise: “Kokain, esrar, eroin ve Whısky-Şarap” karışımı ile disko âlemlerinden kurulu bir mekanizmanın dönen ve de öğüten çarklarından...) Ana bir yar olmaz. Ana başa taç imiş vs. Bunların hemen hepsi de palavra birer aldatma aracı! Çünkü, TV-dizileri bizlere işin aslını öğretmektedir. Dizilere göre: Kız anası, başa taç olabilir ama, erkek anası: “Entrikacı, kalpsiz ve de nemrut bir yaratık olmaktan gayrı hiçbir şey değil!..” Peki soruyorum: Erkek anası da kadın değil mi?... Babalara gelince: Ya sünepe veya son derece gaddar, vicdansız ve de düzenbaz bir yaratık ve de işlemedik suç, çıkarmadık rezalet bırakmayan, ar damarı çatlamış da değil patlamış bir ucube... Dizilerde mevzuu sürükleyici en etkili unsurlar ise: (Ağlayan da değil adeta zırlayan, feryatlar içinde haykırarak kendilerini yerden yere vuran kadınlar, elinden silâhı hiç düşmeyen anında tabancasına sarılarak hasım’ını Hz. Allah düşürmesin özellikle adına “Yoğun bakım” dediğimiz hastanenin acil müdahale servisine gönderilmesi ve günlerce bekleşen yakınlarının bağıra, bağıra: (Doktor! Yaşayacak mı?!..) diye yürek paralayıcı şekilde bağırmaları: (Cinayet, ırza geçme, cenaze gömme merasimleri, mezar başında ağlamalar ve bütün bunlara paralel, otomobil kazaları vs.) Bizim karşımıza hemen her gün sabahtan akşama kadar ve şayet geceleri pek az uyku uyuyorsanız sabaha kadar aynı nakaratların devamını izleyebilirsiniz. Ve tabii ki, öylesine sağlam yüreğiniz varsa!... TV-dizilerinde bizlere yeni nesillerimizin okul hayatı öylesine berbat, öylesine iç karalayıcı şekilde gösterilmektedir ki, bunları izleyen hiçbir münevver ana-baba çocuğunu okutmak istemez. Nerede kalmış cahil olanı!... Gençlerimizin (18 yaşını doldurdular mı) arkadaşlarıyla birlikte ev tutmaları, ana-baba kontrolü dışında hayat yaşamaları vs. “Türk insanının örf ve ananesi” ile hiçbir şekilde bağdaşmaz. Hele ahlaki hudutları temelden sarsan evlilik dışı hayat yaşanması vs. bizim mukaddes addettiğimiz, asırlardan günümüze aktarılan yuvamızın temellerinin böylece sarsılmaya başlaması, bizleri ciddi şekilde bu meseleye parmak basmaya mecbur kılmaktadır!... “BEN YETİŞKİNİM, SEN BANA KARIŞAMAZSIN!” gibi savsata iddialar, bizim millî anlayışımıza göre, tamamen aldatmaca bir oyunun bizzat kendisidir. İnsan kaç yaşında yetişkin olur. Daha doğrusu günümüz tabiriyle “kendi ayakları üzerinde durabilecek seviyeye erişir?..” Hemen arz edeyim: Kız ise (40’ında), erkek ise (30’unda). Ancak, günümüz hayat şartları ekonomik açıdan zorladığı için, kızlarımız ve kadınlarımız da iş hayatına geçmiş olduklarından, her iki cins için de (30) yaş ölçüsü esas olmuştur. Çünkü, iş hayatı insanı zamanından evvel olgunlaştırır. Ancak, okul çağındaki kız ve erkekler bu ölçünün dışında kalırlar: Seçtikleri meslek dalındaki tahsilleri hitama ermedikçe, mesleklerinde çalışmaya başlamadıkça da, kendi başlarına buyruk hayat sürdüremezler. Sürdürmeye kalkışacak olurlarsa; hayat denizinde yara almadan kurtulamazlar ki, çoğu zaman bu yara onların sonları olabilir!... Dahası bazı meslekler vardır ki, sizi çamura bulaştırmadan tecrübe sahibi olamazsınız. Yani öyle bir meslekte hayatı iyi ve kötü taraflarıyla huzur içinde tanıyabilmenize imkân yoktur. Meselâ: “Mankenlik mesleği”. Bu hususta bir ölçü olarak ele alınabilir. Şöyle ki: Körpecik bir genç kızın; yarıdan da öte çıplak veya yarı çıplak, kadın giyimi teşhir etmesiyle birlikte onun için tehlike çanları çalmaya başlar ve kendisine; hem koruyucu ve hem de menajer olarak hizmet veren şahısın biraz kaypak oluşu, henüz pek tecrübesiz olan manken kızlar için, pek acı bir talihsizlik demektir. Zira: böyleleri kadın simsarları için biçilmiş kaftandır. Kendilerine ödenen yüksek bir meblağ karşılığı, hizmetinde oldukları kızı rahatlıkla peşkeş çekebilirlerdi. Nitekim zaman, zaman TV-haberleri’nde, tesadüf ettiğimiz “Tertiplenmiş Kokain Partilerinde” yakalananlar arasında kendilerine “Pop-Model” denen nevi kızların da bulunması, hiçbir zaman tesadüfi ziyaret falan olmayıp, bizim dikkatlere çekmeye çalıştığımızın, aynı ile vakidir!... Türkiye üzerinde oynanan iğrenç oyunun tezgâhını kuranlar, bilhassa kadınlar arasındaki (lezbiyenleri) -ki, her geçen gün biraz daha çoğalmaktadır- özellikle kullanarak, kalçalarına kadar açık kılıklarla, umumi yerlerde ve TV-Dizileri ile yine TV’nin diğer programlarında hiç sıkılmadan çıkarak, büyük büyük (!) laflarla ileri, geri konuşmakta ve yeni nesillerimizi, doğrudan batağa itmektedirler... TV ile Basın da bu konuda böylelerine adeta sahip çıkmakta ve özellikle okul çağındaki kızlarımızın daha mini giyinmelerinde hiçbir mazur olmadığı fikrini savunmaktadırlar?!... Okul dizilerinde ise, bu savunma açıklıkla müdafaa edilmektedir?!... Düşünün herhangi bir lisenin bahçesindeki bir ağacın altında oturup sohbet eden vücutları olgunlaşmış (15-16) yaşlarında iki kız öğrencinin birisi ayak, ayak üstüne atmış kalçalarına kadar açık sohbet etmektedir. Böyle bir manzara acaba hemen hiçbir erkek öğrenciyi etkilemiz mi?... Etkilemez diyen varsa, bir doktora görünsü iyi eder!... Kaldı ki, Bayan Öğretmenlerin içlerinde de böylesi manzaralara sebep olanlar mevcuttur. Bunları niçin yazıyorum. Şunun için yazıyorum: Bizim ülkemiz insanı böylesi laubaliliklere pek alışık değildir ve içlerinde öyleleri vardır ki, herhangi bir kız da değil, sevip aşık olduğu kıza dahi kalbini açmaktan acizdir ve de hayatına hiçbir kız veya kadın girmemiştir. İşte böyleleri zaman içinde (seks manyağı veya dişi düşmanı bir sadist) olmaya mahkûmdur!... Nitekim özellikle 1990’lardan sonra ülkemizde: (Cinsel taciz, ırza geçiş) gibi ve bazen de sonu cinayetle noktalanıp, trajik vak’alara vardırılan hadiselerle karşılaşabilmekteyiz... Sorarım: 1965’lerden önceki yıllarda: Hiç öğrencisini taciz eden öğretmen var mıydı? Olsa da binde bir ancak olurdu. Ve lâkin günümüzde hiç de öyle değil. Bunun başlıca sebebi: Sadece ve sadece tahrik edici düzeye vardırılmış bulunan yarı çıplak giyimlerdir... Sakın ola: (Efendim Batı şöyle, Batı böyle...) gibi şaklabanlıklara geçilmesin. Çünkü: (Batı dünyasında ABD’de dahil: (Cinsel taciz, ırza geçiş, çocuklara musallat olunup, onları iğfal ediş, erkek çocuklarının ırzlarına geçtikten sonra öldürülmeleri vs.) Bunların hemen hepsi de o pek medeni(!) kabul edilen ülkelerde zuhur etmektedir hem de hemen, hemen her gün, her saat... O malûm kadın hakları savunucuları niçin böyle yanlışlıkları görmek istememekte, hemen birçok yanlışı görmezlikten gelmektedir. Ha niçin?.. Aile Devlet’in nüvesidir. Hal böyle iken bir üniversiteli kalkar da Devlete: (Ben kemale erdim. Sen bana karışamazsın!) derse Devletin tavrı ne olur?.. Ne olacağını hepimiz de biliyoruz. Aile de aynısını tatbik eder: Ne bir eksik ne bir fazla. Ailenin de “Birlik ve Beraberlik anlayışında” kendisine başlıca örnek teşkil eden Devletin kanunlarını esas alır. Soruyorum: Herhangi bir kız veya kadının medeni olduğunu ispat etmesi için; oturduğu zaman kalçalarına varıncaya kadar sere serpe vücudunu teşhir edercesine yarı çıplak mı olması lazım!... Bilhassa genç kız ve kadınlarımız lütfederek, ben ağabeylerine kulak versinler: Birileri sizleri kullanıyor. Hem de sizlerin haberi olmadan. TV-Dizi’lerinde temsil edilen sizlersiniz. Şimdi sizlere soruyorum: (Öylesi bir yaşantıyı tasvip ediyor musunuz?) Şayet ediyorsanız ki, hiçbir zaman tasvip etmem. Bir daha bu konuda yazı yazmayacağıma sözde değil yemin ediyorum diyebilirim. Çünkü iş işten çoktan geçmiş olacak!.. Kadınlarımız öcü gibi kapansın demiyorum. Tabii ki, usulü kaidesinde göğsü açık da, kısa etek de giyeceklerdir. Ancak usulü kaidesinde olması şartı ile türbanlı hanımlarımız da, türbansız olanlarımız da başımızın tacıdır. Yeter ki: (Ne Arap ve ne de ABD yaşamına özenmeyelim. Bizim örf ve ananelerimiz ile bağdaşmayan hiçbir kılık, hiçbir kıyafet bize yakışmaz: Ya ol gelir veya dar!..) Şehir hayatımızda “Çay, Kahve” sohbetlerimiz kesin son buldu ve onların yerlerini ise “Whısky ve Şarap” başta olmak üzere muhtelif alkollü içecekler aldı. Dahası bu zıkkımları aileler tarafından benimsenmesini isteyen bazı görünmez unsurlar, muhtelif dizilerdeki lüks yaşantının yanı sıra, bu zıkkımları da benimsememizi istemektedirler... Lüks yaşantı, hem de alkollü lüks yaşantının götüreceği tek bir yol vardır ve bu yol doğrudan bataklığa sürükleyen bir yoldur!... Milletimizin kimliğini yitirip, sadece halk, aslında halk da değil sürü olma yoluna girdiğini görememek için, tamamen basiretsiz olmak lazımdır!... Yüz binlerce şehit vererek, Cihan’a hükmetmiş, hem de asırlarca hükmetmiş bir milletin erkeklerini hor görmek, bazı sapıklarla, kimliksiz serserileri Türk erkeği olarak göstererek, erkeklerimizi aşağılamak, hor görüp küçümsemek ve bu yanlışı da bir şekilde kadınlarımızı fikren iğfal ederek onlara yaptırmaya kalkışmak, yarınlarımıza pek karanlık günler getirecektir: Unutulmasın kadın kadındır, erkek de erkek. Bunu değiştirebilmek ise; İnsan gücünün dışında kalır ve öyle kalacaktır! Bu iki cinsi, tek cins gibi değerlendirmeye kalkmak kadar dehşetengiz bir yanılgı olamaz. Saygılarımla mutlu tatiller dilerim efendim. Not: (Bu makale 24 Şubat 2011 Perşembe günü yazılmıştır.)