Kur’an-ı Kerîm’in maksat ve gayelerinin esası ve özü dörttür.
Biri: Sâni’-i Vâhid’in, bir olan ve her şeyi sanatlı olarak yaratan Allah’ın ispatı ve kanıtlanması.
Fakat, nihayeti ve sonu olmayan mârifetullah / Allah’ı tanımak; böyle sınırlı sözlere sığmaz.
Çünkü, O’nun varlığını bilmek başka, isim ve sıfatlarıyla O’nu tanımak daha başka bir şeydir.
Gayeler ötesi bir gaye olan mârifetullah ise, en geniş ve nuranî bir fendir.
Bütün gerçek ilimlerin esası, madeni ve rûhudur.
İkincisi: Nübüvvet / nebîlik yani peygamberlik hususu.
Üçüncüsü: Cismanî haşir. Ruhla beraber bedenlerin haşri / yeniden ihyası ve diriltilmesi.
Dördüncüsü: Adl, adalet; her hak sahibine hakkının verilmesi keyfiyeti.
x
Birinci maksat: Sâni’ olan Allah’ın varlığı ve birliğine ait delil ve kanıtları açıklar.
Ki bunun bir burhan ve delili de Hz. Muhammed’dir.
Tüm kâinatın bütün zerre ve atomları; birer birer asıl, öz ve sıfatları ve diğer yönleriyle; sayısız imkân ve olasılıklar arasında kararsız iken, bir hedefe doğru; bir canlı ve varlıkta, hayret verici faydalar için bir araya gelir. Allah’ın varlığına şehadet ve tanıklık eder. Gayb / bilinmez âlem ve dünyaların örneği olan ve kalp denen Rabbanî lâtifeden; Allah’ın varlığını ilân eden itikat ve inancın lâmbasını ışıklandırırlar.
Evet, her bir zerre / atom, kendi başına Allah’ı ilân eder. Aynı zamanda kâinat; iç içe girmiş tasvir ve resimlere benzeyen terkip ve varlıklardan ibarettir. Bunların her bir makam ve her bir nispetinde, her bir zerre genel işleyiş ve akışın dengesini korur. Her nispet / oran ve değerde, farklı faydalarla sonuçlanır. Böylece Allah’ın kast ve hikmetini gösterir ve okuturlar. Bundan ötürü Allah’ın delil ve kanıtları, zerre ve atomlardan sayılamıyacak kadar çoktur.
Fakat zuhurunun tam, mükemmel ve parlak olmasından dolayı, herkes aklıyla göremiyor. Evet, zuhurunun şiddetinden görünmemek derecesine gelenler var. Güneşin cisim ve büyüklüğünün görünmemesi gibi.
Âlemin engin mesafe ve alanlarında Ezelî Nakkaş hükmünde olan Yaratıcının yazdığı olaylar zincirinin satırlarına hikmet nazarıyla baksan, gerçek düşünceyle sarılsan mesele kalmaz. Zira yüce âlemden gelen mektuplar dizisi, bizi en mükemmel ve tam bir inanç derecesine çıkarır.
İnsanın vicdanı; kalbindeki istimdat / yardım isteme ve istinat / dayanak ve güven noktaları ile Yaratanı unutmamaktadır. Her ne kadar dimağ, akıl ve şuur, kısaca beyin aradan çıkıp unutsa da, vicdan kenara çekilip unutmaz. Çünkü vicdan iki önemli görev ile meşguldür.
Nitekim vicdana başvurulsa görülür ki, kalp bedenin her yerine kan göndererek hayat verir. Ayrıca kalpteki hayat ukdesi / düğümü olan marifetullah / Yaratanı bilmek de, insanda var olan sınırsız kabiliyetlere uygun emel ve çeşitli meyillere hayat verir. Lezzeti içlerine atar, onlara kıymet verir, genişlik kazandırır. Destek olur. İşte istimdat / yardım noktası budur. Hem de kavga ve kargaşanın meydanı olan hayat dağdağasını telâşa veren, durmadan hücum eden, âlemin binler felâket, belâ ve eziyetlerine karşı tek dayanak noktası, Allah’ın marifeti yani O’nu bilmektir.
Evet, insan her şeyi hikmetli, gayeli ve intizamla / düzgün bir şekilde görüp gözeten, hikmet sahibi bir Yaratana inanmazsa bocalar. Varlıkların ortaya çıkmasını kör tesadüfe bırakırsa şaşkınlaşır. Bu durumda, belâlara karşı elindeki kudretin yetersizliğini düşünür, yalnızlaşır. Dehşet içinde kalır. Telâş ve korkudan cehennem hâli yaşar. Bu yüzden en şerefli, en güzel ve en mükemmel bir şekilde yaratılmış olan insan; her şeyden daha perişan olur. Bu durumda, kâinattaki mükemmel nizam ve düzen gerçeğine muhalif / zıt ve karşıt bir vaziyet ve durum alır. İşte istinat ve dayanak noktası. Evet melce ve sığınak yalnız mârifetullah yani Allah’ı bilmektir.
Demek şu iki nokta, yani vicdandaki dayanak ve yardım isteme noktası, bu derece âlemin nizamında hükmünü yürüten bir hakikat veya hakikatin en has bir özelliğidir. Böyle olduğu içindir ki, her vicdanda iki pencere olan bu iki noktadan Allah’ın varlığı tecellî ediyor.
Akıl görmese de fıtrat ve tabiatımız görüyor. Çünkü, seyreden vicdana, kalp pencere oluyor.