Asr-ı Saâdetten itibâren Müslümanlar iman ve amel’den sonra, hakîkate ulaşabilmek için, yoğun bir şekilde takvâ ve ihlası arar olmuşlardır. 
“Mahlûkattan, nefes alanların (zîruh, hayvanlar ve nâmî olan, bitkiler ve ağaç’lar dâhil), sayısı kadar Allah’a ulaşan yol vardır,” denilmiştir. 
Bu yolların ta’biri caiz ise Otoban’ı mesâbesindeki iki büyük yol, Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem’den i’tibâren, Peygamber’lerden sonra bütün insanoğlu’nun en faziletlisi, şereflisi, Sıddık-ı Ekber, Haz. Ebû Bekr radiyallâhu anh Efendimiz’den teselsül eden, Zikr-i Hafî yoluyla, yine Peygamber’imiz salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’den i’itibâren, Esedüllâh, (Allah’ın arslanı), Ehl-i Beyt’den, sıra ve şeref bakımından, Hulefâ-i Râşidîn’in dördüncüsü, Haz.Ali Keremellâhu Vechehû Efendimiz Hazretlerinden teselsül eden Zikr-i Celî yollarıdır. 
Zikr-i Hafî Yolu, Silsile-i Sâdât’dan-Silsile-i Zeheb (Altın Halka)- Ebû Bekr’is-Sıddîk radiyallâhu anh, Selmân-ı Fârisî radiyallâhu anh, Kâsım bin Muhammed (K.S) Cafer-i Sâdık (K.S.), Bâyezid-i Bistâmî (K.S.), Ebu’l-Hasan Harakânî (K.S.), Ebû Ali Fâremedî (K.S.), Yusuf Hemedânî (K.S.), Abdü’l-Hâlık Gucduvânî (K.S.), Hâce Ârif Rivgîrî (K.S.), Muhammed İncîr Fagnevî (K.S.), Hâce Ali Râmitinî (K.S.), Muhammed Bâbâ Semâsî (K.S.), Seyyid Emîr Kilâl (K.S.) Hazret’lerinden sonra, 15. Şeyhi, Seyyid Emîr Kilâl Hazret’lerinden Seyr-i Sülûkini tamamladıktan sonra Nisbeti Ma’neviyye ile, bir önceki Merkez, Kutbu’l-Aktab, Abdül-Hâlık Gucduvânî Hazret’lerine nisbet ettiği, Muhammed Bahâüddîn Nakşibend (K.S.) Efendi Hazret’lerine nisbeten, “Nakşibendiyye” olarak isimlendirilmiştir. 
“Nakşibendiyye”, öncelikle, Mâverâü’n-Nehir olarak isimlendirilen, Türkistan illerinden, Buhârâ, Semerkand ve diğer Türk-İslâm illerinde, Kübreviyye ve Yeseviyye’nin yerini almış, Cezîretü’l-Arab, Mağrip ve aşağı Sahrâ Afrikası hâriç, bütün İslâm Âlemine yayılmıştır. 
Peygamber’imizden i’tibâren, Haz.Ali Efendimizden teselsül eden, Zikr-i Celî yolu ise, Evlâd-ı Resûl’den, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî Hazretlerine nisbeten, “Kâdirî-Kâdirî’lik” olarak isimlendirilmiştir. Irak başta olmak üzere, bizim coğrafyamızda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaygın iken, Mevlevî’likle birlikte Balkan’lara da geçtiği bilinmektedir. 
Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâm’laşması için, Anadolu’ya gönderilen Alperenler Nakşibendî’liği bütün sâfiyetiyle Anadolu’ya getirdiler. 
Ne hazindir ki, Milâdî, 17. Asr’ın son yıllarına gelindiğinde, Nakşibendiyye Tarîkatinde, teselsül kopmuş, Nisbeti Sahîha fesada uğramıştır. Bu yıllar’da Silsile-i Sâdât-Silsile-i Zeheb’e dışardan, küflenmiş demir bir halka ilâve etmeye kalktılar. Irak’ın kuzeyinde, Doğu ve Güneydoğu’da, hattâ, İstanbul’da Nakşibendî Tarikatına mensup olan mürid’lere, teselsülü kesilmiş, Nisbet-i Sahîhası olmayan, nâehil, yetkisiz, yeteneksiz ba’zı kimseler, “müteşeyyih”ler, şeyh’lik yapmaya başladılar. Zaman içinde, durum daha da vahim bir hal aldı, tarikat ilişkileri babadan oğula feodal bir sisteme ve şıhlığa dönüştü. Aynı durum, Zikr-i Celî Yolu’nun, Kâdiri’liğin başına da geldi. Zikr-i Celî yolunda da teselsül koptu, Nisbet-i Sahiha haleldâr oldu, nice yetkisiz, yeteneksiz, nâehil kimseler, kendilerini Kâdirî şeyhi olarak lanse ettiler. 
Zaman içinde, Kâdirî’lik, Zikr-i Celî, nefiy ve isbat, Kelime-i Tevhid zikri bir tarafa bırakılmış, bütün tasavvuf âlemi’nin Ma’nevî tabibi, Seyyid Abdülkadir-i Geylânî Hazret’lerinden “meded” yardım talebi ve müncaat bulunan Hatm-i Kâdirî terk edilmiş, ancak istidraç ile mümkün olan, şeyh’in ateşte, Nâr-ı Beyza, kor halinde, kızdırılmış demir işleri mürid’lerni, vücud’larının muhtelif bölgelerine saplaması gibi gerçek Kâdirî’likte bulunmayan ritüeller ortaya çıkmaya başlamıştır. 
30 Teşrin-i Sânî, 1341 (Milâdî, 1925) tarih ve 677 sayılı kanunla tekkeler kapatıldığında, tekkeler zâten kendi içinde tefessuh etmiş, kendi kendisini bitirmişti. Yapılan, yetkili, ehil bir şey tarafından herhangi bir ma’nevî ve tasavvufî terbiye’ye tâbi tutulmayan, tembelleştikçe tembelleşmiş, bir kısım miskini kapı dışarı edip, tekke’lerin kapılarına kilit vurulmasıdır. 
19. Asr’ın sonlarından, 20. Asr’ın ilk çeyreğindeki tekkeler incelendiğinde görülecektir ki, ba’zı tekke’lere Meclis-i Meşâyih’in kararıyla, Meclis-i Meşâyih’te arkası olan yetkisiz, yeteneksiz, nâehil, kimseler şeyh olarak ta’yin ediliyordu. Hattâ, ba’zı Kâdirî Tekke’lerine, Seyr-i Sülûkini Nakşibendiyye’de tamamladığını, Nakşî Şeyhi olduğunu iddia edenler ta’yin ediliyordu. Ba’zı tekkeler basılıyor, bu tekke’de bulunan tekke’nin şeyh’i, müridler kaba kuvvetle tekke’den atılıyor, uzaklaştırılıyor, bir başka zât şeyh olarak posta kuruluyor, başkaca mürid’ler tekke’yi dolduruyorlardı. Mağdur edildiklerini iddia eden şeyh ve mürid’ler, Saray ve Şeyhulislâm’lık makamlarına müracaatla, tekke’lerin işgalcilerden kurtarılmasını, işgalci şeyh ve mürid’lerin, mekân’dan tahliyelerine te’miniyle asıl sahiplerine şeyh ve müridlerine iade edilmesini istemişlerdir. 
Saray’ın ta’limatı üzere Şeyhulislâm’lık makamı İstanbul Zaptiyesini harekete geçirmiş, iddia’ların araştırılarak gereğinin yapılmasını istemiştir. 
Yapılan tahkik ve tesbitte, şikâyetçilerin haklı olduğu tesbit edilmiş, işgalciler, Zaptiye ma’rifetiyle tahliye edilmiş müştekî’lere teslim edilmiştir. 
Tekke’lerle alakalı bir iki vak’a o devirde tekke’lerin ne duruma düşürüldüğünü gösteriyor. 
Medrese’ler, Tekke ve Zâviye’ler kapatıldıktan sonra, şurada, burada, herhangi bir Müslümanın çocuğuna Kur’ân okutanlar, gerçek mutasavvıflar, hattâ kendi evlerinde gecenin bir vaktinde, gaz lambası ışığında kendi evinin bir köşesinde Kur’ân okuyanlar çok ciddî bir şekilde ta’kibata ma’ruz kalır, karakollara celbedilir, sıra dayağından geçirilirken, Buhar Kazanı’nın aşırı tazyikten infilâk etmemesi için, kazanın gövdesinde açılan gaz boşaltma musluğu, Emniyet Subabı gibi, bütün tekkeler, zâviyeler, türbeler kapatılırken, İstanbul’da ve ba’zı Anadolu kent’lerinde, ba’zı Kâdirî tekke’leri açık bırakılmıştı. Kasımpaşa’da, açık bırakılan bir Kâdirî Tekkesi, zaman içinde tembellerin, miskinlerin barınma yeri haline getirilmiş, herhangi bir tasavvuf terbiyesi almamış, hattâ, Şer’i Şeref’te bile defolu bir kısım yetkisiz, yeteneksiz, nâehil kimseler, birileri tarafından veya kendi kendine posta oturtulmuş, oturmuştur. 
Yıllar önceydi, İstanbul-Kasımpaşa’daki Kâdirî Tarikatına ait, tekke’nin şeyhi olduğu iddiasındaki bir kişi, Tekke’nin Zikirhanesi olan en geniş salonunda, hemen arkasındaki duvara yerleştiği dev boyuttaki Atatürk resmi altında, kameralara, “Ben Kâdirî Şeyhiyim. Fakat ben öyle başkaları gibi pısırık şeyh’lerden değilim. Ben, Atatürkçü bir Şeyh’im, spor yaparım, güreş tutarım, sinema’ya giderim, futbol karşılaşmalarını hiç ihmal etmem,” diyordu... 
Derin devletin Kâdirî’liğe bu şaşı bakışı yüzünden pekçok yerde ba’zı mecâzip ve fırsatçılar kendilerini Kâdirî şeyhi olarak lanse etmeye başladı. Bunlardan birisi, Trabzonda, kendisinden başka müridi olmayan sözde bir Kâdirî şeyhi, sokaklar’da dolaşır, yevmün cedit, rızkun cedit hamiyet sahip’lerinin himmetiyle yaşamını devam ettiren birisi... 
Sahipsiz ve gariban bu zât vefat edince, bir başka fırsatçı, gariban vatandaşımızın cenazesini sahiplenir, sahibi olduğu fabrika’nın arazisi içine gömdürür, üzerine de bir türbe yaptırır, derken: “Bu zât devrimizin Kadirî Şeyhi idi. Ölümünden kısa bir müddet önce beni kendisinin halifesi olarak ta’yin etmişti. Artık, bu devrin Kâdirî Şeyhi benim,” der. 
Az da olsa, bir miktar mürid toplar. Mürid’lerden ba’zılarına kendisinden sonra halifelik verme va’adiyle körpe kızlarını taht-ı nikahına alır. Fakat, şeyh’lik bu zatı kesmez. Bu kerre bir parti kurar, sakallı olmasına rağmen, kendisini Atatürk’e benzetir, kasket takar, kuvvacılık yapar. Fakat, genel seçimlerde, ancak binli nisbetlerde rey alabilir. Biraz şeyh”lik, biraz particilik derken, birden Ehl-i Beyt sevgisi aklına gelir, Ehl-i Beyt sevgisini öylesine abartır ki, bu hususta Gulât-ı Şiî’yi bile geride bırakır, kitaplar yazar, konferanslar tertip eder... 
Piyasa’ya yeni bir şeyh(!) sürülmüş bulunuluyor. 
Her ne kadar teselsül’den, Nisbet-i Sahîha’dan bahsedilmese de Abdülkâdir-i Geylânî Hazretlerinin ahfadından olduğu iddia olunuyor. Babasından okumuş, Kayseri’deki cami imamlarının rahle-i tedrisinde bulunmuş, İstanbul’da, Ömer Nasûhi Efendi’nin ilim meclislerine katılmış.. (Bildiğimiz kadarıyla, Ömer Nasûhî Bilmen Efendi Hazret’leri, medreseler kapatılıncaya kadar, 03 Mart 1924) Dersiâmlık unvanıyla, Osmanlı Medreselerinde Müderrislik yapmış olup, yirmi yıla yakın İstanbul Müftülüğü yaptığı yıllar’da, Büyük İslâm İlmihâli, Istılahat-ı Fıkhiye Kâmusu gibi Muhalled eserlerinin te’lifi ile meşgul olduğundan ne talebe okutmuştur, ne de İlim Meclisi toplamıştır. Diyânet İşleri Başkanlığından emekli edildikten sonra da, irtihaline kadar Tefsir ve diğer eserlerinin te’lifi için yoğun bir şekilde çalıştığı için talebe okutmaya ve ilim meclisi toplamaya hiç zaman ayıramamıştır.) 
Bir müddet Said Nursî Hazretleri’nin yanında ikâmet etmiş, sohbetlerinden istifade etmiş, müteâkıp zamanlarda da görüşmüşler. 
Said Nursî, pekçok diğer Kürt aşiret reisi gibi Anadolu’nun muhtelif şehir’lerinde sürgün hayatı yaşamıştır. Ömrünün bir bölümü de, hapishânelerde geçmiştir. Said Nursî’nin sâbit bir ikâmeti yoktu ki, sözü edilen zât onun yanında ikâmet etmiş olsun, Sohbet’lerinden istifade etmiş... 
Said Nursî kimseyle sohbet etmezdi ki, bu zât onun sohbetinden istifade etmiş olsun... 
Dede’lerinden intikâl eden Kâdiriliği babasından, (demek ki, dededen torunlara feodal ve şıhlık sistemi var.) Hâlid-i Nakşîliği Çorakçızâde Hacı Hüseyin Efendi’den, Mevlevî’lik kollarının mürşid’liğini de Said Nürsî’den almış!... 
Hangisini tashih edelim. Hâlid-i Bağdâdî’nin Nakşibendî’likle herhangi bir münasebeti, teselsülü, Nisbet-i Sahîhası yoktur. Nakşibendiyye’nin Silsilesi ve nisbet-i Sahîhası bir başka kanaldan devam etmiştir, etmektedir. 
Halid-i Bağdâdî ve ondan i’tibâren teselsül ettirilen sözde şeyh’ler, müte’şeyyih’ler, İstanbul’da ve memleketimizin muhtelif yerlerindeki suyu kesilmiş kuru çeşmeler gibidir. 
Said Nursî, Mevlevî değildir, hattâ herhangi bir tarikata mensup değildir. Risâle’lerinde, zamanın, tarikat zamanı olmadığını sık sık tekrarlamaktadır. Öyleyse, Mürşid Baba kimin babası oluyor?