“Kolayca inanma ve inandırılmayı her zaman saflığa ve bilgisizliğe vermekte haksız değiliz. Şöyle bir şey öğrendiğimi sanıyorum eskiden: 

İnanç ruhumuza bastırılan bir damga gibidir; ruh ne kadar yumuşak olur, ne kadar az karşı koyarsa, ona bir şeyi mühürlemek o kadar kolay olur. 

Hele ruh bomboş ve darasız olursa, ilk inandırmanın ağırlığı altında daha da kolaylıkla eziliverir. Onun için, çocuklar, bilgisizler, kadınlar ve hastalar kulaktan doldurulup yürütülmeye daha elverişlidirler.

Evet, ama öbür yandan da, bize olağan gelmeyen her şeyi olmaz diye hor görüp çöpe atmak da budalaca bir böbürlenmedir. Kendilerini herkesten üstün kafalı sayanlarda hep görürüz bunu. 

Eskiden ben de düşerdim buna: Hortlaklardan, gelecek üstüne kerametlerden, büyülerden, yutmadığım daha başka şeylerden söz edildi mi, bu saçmalıklara inandırılan zavallı halka acırdım. Bugün görüyorum ki kendim de acınacak haldeymişim o zaman: 

Sonradan gördüklerimle ilk inançlarımı değiştirmiş, ya da böyle şeylere sonradan merak salmış değilim; ama aklım sonradan öğretti ki bana, her hangi bir şey için yekten olmaz diye kesip atmak kendimizde Yaratıcının ve doğa anamızın isteyip yapabilecekleri her şeyin sınırlarına varan bir kafa üstünlüğü görmek olur. 

Olabilecek şeylerin hepsini kendi yetenek ve göreneklerimize bağlamaktan daha büyük bir çılgınlık olamaz dünyada. Aklımızın eremediği her şeye masal, mucize deyip gerçek dışı sayarsak, bir düşünün her gün aklınızın ermediği az şey mi görüyorsunuz? 

Öyle ki, ne sisler arasından ne emeklerle elimizin altındaki şeylerden birçoğunun bilgisine ulaştırıyorlar bizi. O zaman anlarız ki bize acayip gelmeleri onları bildiğimizden değil alışkanlığımızdan geliyor daha çok” Akıl Erdiremediğimiz Gerçekler/Montaigne