Bilindiği gibi her hafta yazılarım ile okuyucularım arasında kurulan bağda; insanca olması gereken duygular, saygı ve sevgiyi işleyen konular makalelerimin ana temasını oluşturuyor. 
Her birimizin günlük yaşamında karşılaştığımız zorluklar, geçim sıkıntıları, içsel konuşmalar, yargılamalar ve yaşam mücadelesi içinde bir an dahi olsa sizlerin o havadan kurtulup bir nefes almanızı, yüzünüzde küçük de olsa bir tebessümü oluşturabilmek bütün amacım. 
Hayat bizlere verdikleri kadar aldıklarını da heybesine toplayıp günü gelecek gidecek nasıl olsa. Bu yüzden bunca üzüntü, kederin içinde bir anlık dahi olsa küçük bir tebessüm bizi kendimize getirmek için cılız yakılan mum alevi gibiydi.
Gerçeklerden ne kadar kaçarsak kaçalım, yaşadığımız her gün ve her saniye bizlere kendisini sürekli hatırlatırken ‘ben buradayım’ demekten asla çekinmiyor. 
Eskiden büyüklerimden hep duyardım ’yaşlandıkça insan daha duygusal oluyor, daha naifleşiyor’ derlerdi. O zamanlar ne demek istediklerini anlamakla birlikte pek de anlam veremezdim. 
Oysa insanoğlu seneler geçip, yüzündeki çizgiler arttıkça daha bir alıngan, vicdani duygulara daha fazla önem veren, tecrübe ve edindiği bilgi donanımı sayesinde her türlü konuya daha sabırla yaklaşabiliyormuş. 
Sanki dünyanın sonu gelmiş gibi, yetiştiremediğimiz işlerin acısını kendimizden çıkardığımızı çok geç anlıyoruz. Nankör olan işleri büyük bir sabır ve özveri ile yerine getirmek boynumuzun borcu olmuş. 
Öyle ya, bizler süper insanlarız!
Her şey vaktinde ve zamanı geldiğinde hazır olmak zorundaymış gibi, bunların sorumluluğunu tek başımıza göğüsler olmuşuz. 
Ne kadar yorgun olduğumuzun dahi bir önemi yoktur gözümüzde, sadece ‘sen her şeyi halledersin’ denmesi bile yeterli kalmış, bizi aşan sorumlulukları omuzlarımıza yüklemişiz. Çalışma hayatı ve ev düzeni arasında aslında sıkışıp kendimizi boğmuşuz.
Elbette bunları bu yaşımda ve tecrübe edindikten sonra yazabiliyorum.Daha genç yaşlarda farkındalığımız bir şekilde köreltilmiş, ya da körelmek zorunda kalmış.
Yapılan uyarıları kulak arkası yapıp ‘beceriksiz’ denmemesi adına kendimizden verdiğimiz ödünleri dahi anlamamışız.
Yorgunluk, uykusuzluk, baş ağrıları içinde kıvransak da, hep mükemmelciliği kendimize döşen rol olarak algılamışız. Toplum bizlere bunu bir görev gibi yüklemiş. Gerek aile içinde, gerek ise dışarıdan aldığımız tepkiler mecbur bırakmış. Hele ki; biraz da mülaim bir insansanız hiç kaçarınız yok. Nerede angarya işler varsa gelip kapınıza vurmuş.
Yaşlarımız ilerledikçe geçmişte bizim için çok önemli olan konuların, günümüzde önemini yitirdiğini çok geç anlıyoruz. 
Omuzlarımıza yüklediğimiz sorumluluğun tek sahibi bizmişiz gibi sahiplendiğimizi geç de olsa fark ediyoruz.
Daha önce günler boyu üzüldüğümüz, kafamızı yorduğumuz konuların, aslında ne kadar ufak şeyler olduğunun keşfediyoruz. Her mutluluğun geçici olduğunu bildiğimiz kadari her üzüntünün de kalıcı olmadığınının farkına varıyoruz. 
En önemlisi de yaşadığımız süre boyunca yerine yetirilmesi gereken sorumlulukların dışında, hiçbir şeyin çok da önemli olmadığı, zaman içinde kaybolup gittiklerini, birçoğunu hatırlamadığımızı biliyoruz.
İlerleyen yaşımızda bize bahşedilen en büyük zenginliğin ev, yazlık, arsa olmadığını, bir ömür boyu daha kaliteli bir yaşam için uğraştığımızı, sağlığımızın en büyük kazanım ve zenginliğimiz olduğunu çok geç anlıyoruz.
Her şey gelip geçici, yapılan işler nankör ve kalıcı olan tek şey sağlık ve kendi iç huzurumuzdur.
Huzur yolu ise sevgiden ve hoşgörüden geçer.
Tıpkı Mevlana’nın 7 öğüdünde olduğu gibi. 
Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol,
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol,
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol,
Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol,
Hoşgörülükte deniz gibi ol,
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.
Sevgi ile kalın.