Takarrür etmiş / yerleşmiş, bilinen usûl / metot, esas, kaide ve kurallardandır ki, AKIL ve NAKİL / Kur’an, hadis gibi İslâmın asıl kaynakları; tearuz ettikleri / görünüşte çatıştıkları ve birbirine zıt bir hâl aldıkları zaman; AKIL asıl itibar olunur, geçerli sayılır. NAKİL tevil olunur. Yani Kur’an ve hadislerin açıklamasında, geçerli bir delil veya sebepten dolayı, ayeti ilk bakışta görünen mânâsından alıp, taşıdığı diğer mânâ ve anlamlardan, bir veya birkaçı ile tefsir ederek yorumlamak asıl olur. Fakat, o AKIL; o sahada ehil bir AKILolması gerekir. 

     Hem de tahakkuk etmiş gerçekleşmiş, delil ve kanıt ile ispat edilmiş ve kesinleşmiştir ki, Kur’an’ın her bir tarafında intişar eden / yer alan esas maksat ve gayeler, asıl ve temel unsurlar dörttür. Onlar da: 

     İspat-ı Sâni-i Vahit: Bir olan ve her şeyi san’atla yaratan Allah’ın varlığının ve bir olduğunun delillerle ortaya konulması, ispatlanması. 

     Nübüvvet: Nebîlik, peygamberlik, Allah elçiliği.

     Haşr-i cismanî: Cisimle, cesetle dirilme, ruhla beraber bedenlerin ve vücutların haşri; bir araya gelip toplanması.

     Adalet: Her hak sahibine hakkının tam ve eksiksiz verilmesi, düzenli ve dengeli oluş.

     Kur’an’ın bu muhteviyatı / bu içeriği; İlâhî gaye, yüksek bilgi demek olan HİKMET tarafından kâinata / evrene; yaratılmış şeylerin  tamamına, bütün âlemlere sorulan suallere cevap verecek tek merci ve makamın Kur’an olduğunun göstergesidir.
     Hal diliyle sorulanlara gelince:

     -Ey Kâinat! Nereden ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil, kanıt ve hatibiniz / sözcünüz kimdir? Ne edeceksiniz ve nereye gideceksiniz?  

     Bu hususlara şek, şüphe ve tereddüte yer vermeyecek şekilde cevap verecek olan, yalnız Kur’an’dır. Öyle ise, Kur’an’daki maksat ve gayelerden başka olan kâinat bahis ve konusunun asıl konuyla ilgisi yoktur.

     Tâ ki, sanatın intizamıyla; Sâni-i Zülcelâle / sonsuz büyüklük sahibi ve her şeyi sanatla yaratan Allah’a ve O’nun varlığına; delil ve kanıta dayanarak götürecek yol açılsın.

     Evet, her şeyde intizam / düzenlilik ve düzgünlük görünür. Tam bir açıklık ile kendini gösterir. Sâniin / her şeyi san’atla yaratması veya yaratmaması; O’nun iradesini; yapıp yapmamanın kendi bileceği bir iş olduğunu anlamamızı sağlar.
     Allah’ın  san’atındaki intizam ve düzenlilik; kâinatın her tarafında parlayan yaratılıştaki güzelliğe; hikmet gözü ile yani asıl maksadı düşünerek bakmak gerektiğini hatırlatır.

     Sanki her bir masnu / sanatla yapılmış her şey; birer dil olup Sâni’nin;  Allah’ın hikmetini, İlâhî gayesini tespih ediyor / Allahı bütün kusur ve noksan sıfatlardan tenzih edip uzak tutuyor. Allah’ı şanına lâyık ifadelerle anıyor. Buna her tür; parmağını kaldırarak şahit ve tanıklık ediyor. 

     Madem maksat budur. Madem kâinat kitabından; intizama / düzgün oluşa ait işaret, alâmet ve belirtileri öğreniyor. Netice ve sonucun aynı olduğunu görüyoruz. Öyle ise, kâinatın oluşumu, şekillenmesi, işin hakikati, aslı; nasıl olursa olsun, bizi direkt olarak, doğrudan doğruya ilgilendirmez.

     Fakat, Kur’an’ın yüksek meclisine girmiş olan kâinatın her ferdi; dört vazife ile görevlendirilmiştir.

     Birincisi: İntizam, düzenlilik ve ittifakla / hep birlikte her şeyin; kudret, kuvvet ve iktidarı zamanla kayıtlı olmayan, saltanatı başlangıçsız Sultan yani Ezel Sultanı Allah’ın saltanatını ilân etmek.

     İkincisi: Her biri hakiki fennin birer konusu ve seçkini olduklarından, İslâmiyet’in hakikî / gerçek fen ve ilimlerin zübdesi / özeti oluşunu izhar eder / gösterir.

     Üçüncüsü: Her biri birer türün örneği olduklarından, yaratılışta geçerli olan kanun, yasa ve İlâhî kanunlara İslâmiyetin uygunluğunu ispat etmek. Ta ki, tabiat kanunları dediğimiz İlahî kanunların  vesîle ve yardımlarıyla İslâmiyet yayılsın.

     İşte bu özelliği sebebiyle İslâm dini; diğer heva ve heveslere dalmış, medetsiz, karanlık ve değişmeye yüz tutan dinlerden ayrı ve seçkin bir dindir.

     Dördüncüsü: Her biri birer hakikatin örneği olduklarından; fikirleri hakikatler cihetine yöneltmek, teşvik / şevke getirmek ve tenbih etmek / uyarmaktır.

     Kısaca demek lâzımsa, Kur’an’da kasem / yemin ile temeyyüz etmiş / nazara verilmiş olan yücelerdeki yıldız ve gezegenleri, yeryüzündeki cisimleri tefekkür ve düşünmekten gaflet edenleri / uzak kalanları daima ikaz eder / uyarırlar.

     Evet, Kur’an gaflet uykusuna dalanların akıllarını başına getirir.

     Çünkü: “Kul hüve nebeün azim.” (Sad: 67) 

     “ (Ya Muhammed) de ki: ‘Bu  bir büyük haberdir.’ ” 

     “Bu Kur’an pek mühim bir mesajdır.”