Ne İsviçre’nin tutumu, ne Doğu Perinçek’in iddiası ve ne de AİHM’nin aldığı karar. Bendenizi kattiyyen alâkadar etmemiştir ve bundan sonra da edeceğini hiç sanmıyorum. Zira, siyaseten alınan ve o görüş çizgisinde sonuçlanan hiçbir icraat benim alâkamı çekmez. Nitekim, yazarlık hayatına geçtikten sonra, kalemimin hür olabilmesi için, üyesi bulunduğum bir siyasi parti’den istifa etmeştim ki, hâlâ hiçbir siyasi partiye kayıtlı değilim. 
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi – “AİHM”, “Ermeni Soy Kırımı” bahsinde; “fikir beyan etmenin ifade özgürlüğünün temel unsurlarından biri olduğunu vurgulamış.” 
Doğru veya yanlış. Bu “AİHM”i ilgilendiren bir husustur. Peki, bendeniz de kalkar da: “Nazi Almanya’sında Yahudi Soykırımı olmamıştır!” deyiversem, “AİHM” bu deyimi hoş karşılayabilecek midir?.. Hiç sanmıyorum. Zira, İsrail bütün dünyayı külliyen ayağa kaldırır ve de ortada ne AİHM kalır ve ne de adına İnsan Hakları denen nesne!... 
Niçin böyle olur? Böyle olur çünkü, gayrı resmi de olsa Cihan milletlerine hükmeden İsrail, böyle bir davranışa pabuç bırakmaz!.. 
Meselâ: 1948 – Dünya Kızıl Haç raporlarında yer alan “Filistin Katliamı”, 1938’lerdeki “Katyn Ormanları Faciası”, “Sibirya Sürgünleri Faciası” ve daha nicelerinin hesapları hiç sorulmuş mudur?...
Sorulamaz! Zira muhatapları, “Ermeniler gibi” ucuz materyal değildir! Haktan, hukuktan görünmek, millî unsurları korumak gibi hâllerde, hemen bir politikacı, ucuz kahramanlığa soyunmakta mahirdir!.. 
Türkiye coğrafi konumu açısından “Doğu ile Batı arasında” tabii bir köprü vazifesi gören bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla, bizim topraklarımız üzerinde sadece Süper Devletlerin değil, aynı zamanda başka devletlerin de kendi çaplarında gözleri vardır ve Bizans İmparatorluğu’nun Baş-Kenti Konstantiniyye – “İstanbul”, tarih boyunca her daim hemen her millete cazip gelmiş, hemen her nevi zenginliğiyle umum insanlığın gözlerini kamaştırmıştır. 
Şimdi sırası gelmişken şu suali sormamız yerinde bir davranış olacaktır. Çünkü, bizim Devletimiz, hâlâ bazı gerçekleri görebilmekten uzak da değil, çok uzaktır!... 
Meselâ, “1915 – Ermeni Tehciri” trajedisi, bizim topraklarımız içinde cereyan etmiştir ve bu uğursuz vaka’nın muhatapları, Osmanlı Türkleri ile Osmanlı Ermeni’leridir. Hâl böyle iken, nasıl oldu da bu mesele ile hemen hiçbir alâkası olmayan günümüz Ermenistan’ına havale edilircesine, Ermenistan muhatap alındı?... 
Bu suali zaman, zaman hep sorarım niçin?... 
Benim ve mensubu bulunmaktan şeref duyduğum Türkiye-Ermenileri Cemaatinin, böyle bir meselede muhatap alınmayıp, Ermenistan’ın bu konuda söz sahibi kılınmış olması, gerçekten bizleri sadece üzmemiş, adeta kahretmiştir!... Çünkü, böyle bir durumda asli vatandaş sayılmayıp, bir sığıntı cemaat olarak, “Dış İşlerine Bağlı” bir konumda görülmekteyiz. Üstelik vatani görevimizi ifa ettiğimiz ve vergi verdiğimiz hâlde!... 
Şimdi gelelim, “1915 – Ermeni Tehciri” meselesine; Tehcir olmuş mudur, olmamış mıdır? Tehcir esnasında Osmanlı Ermenileri öldürülmüş müdür, öldürülmemiş midir?.. 
Bu sualin en açık cevabını, vak’aların zuhur ettiği dönem içinde Eski-Şehir Gar Komutanı görevini ifa etmekte olan, “Ahmet Refik Altınay”, iki ciltlik eserinde “İKİ KOMİTE İKİ KİTAL – Ermeni Mezalimi – Cilt: II.” Mezkûr tradejiyi detaylarıyla sunmuşlardır. Biz, sadece bazı pasajları sizlere özetlemekle yetiniyor ve kararı siz değerli okuyucularımıza bırakıyoruz. 
Ancak belge kabul ettiğimiz eserden bazı pasajları geçmeden, naçiz mütalâamızı özetle sizlere sunmak istiyoruz: (Tehcir esnasında “soy-kırım” hareketleri görülmüş ve de tatbik edilmiştir.) İster AİHM ve ister başka bir kuruluş, hangi yönü tutarsa tutsun, gerçek ne ise odur. “Güneşi balçıkla sıvayamaz!” ABD dahil ki, “kendi millî menfaatleri icabı” Türkiye saflarında hareket etmektedir. Bu konuda en azından (Büyük Felâket!) deyimini kullanmaya mecbur kalmıştır. İnsan haklarından söz eden AİHM ise, bu konuda siyasî davranmış ve de “Ermeni Soy Kırımı” yoktur inancını hukuki baskıyla milletlere kabul ettirmeye çalışmaktadır ki, bu tutumu gayet ciddi fikri çatışmalara yol açacağı inancındayız!... 
O uğursuz trajedinin oluş şekli ve gerçek yüzünü birinci el kaynak kitaplarda alenen yazılmış ve Türkiye’de dahi bir çok kitapçıda satışlara sunulmuştur. AİHM acaba hangi hak ve hukuka istinaden böylesi garip bir karara varmıştır bilinmez!?.. 
Bildiğimiz tek bir gerçek var ise o da şudur: Türkiye böylesi şaibeli bir karardan asla istifade edemez ve edemeyeceğini de zaman bizlere gösterecektir. Türkiye’nin bu konuda takip edeceği yegane yol: “Kendi Ermenilerine sahip çıkarak” bu uğursuz meseleye bir son verebilmesi olmalıdır. 
Biz, Türkiye Ermenileri, bizim adımıza icra edilen “Türk düşmanlığı” siyasetine köklü şekilde son verebilmeyi istemekteyiz. Bu isteğimiz ise ancak ve ancak: “Türk ve Ermeni İş Birliği” ile mümkündür. Bunun olmamasını isteyenler ise, Türk Devletine samimi değildir demektir ki, bizler günümüzde açık olarak bu kaypak siyaseti yaşamaktayız!... 
Bir memleketin “Millî Meseleleri”; “Ne Soydaşlık ve ne de Dindaşlık” edebiyatlarıyla yürümez ve de böyle bir inançla hiçbir zaman düzlüğe çıkılamaz. 
Binaenaleyh; “1915 Tehciri” bir de bu yönden ele alınsa evlâ olur. İnancındayız!... Zira, aşağıdaki satırlarda özet pasajlar sunacağımız görgü kaynağı eserin yazarı: Öz be öz Türk çocuğu ve Türk Subayı’dır. Buyurun hep birlikte okuyalım, okuyalım da bir nebze olsun kendimize dönmesini bilelim!.. 
(-: V. Sultan Mehmet devri “1909-1918” devri, Osmanlı tarihinin en menhus dönemidir. Gerçekten, Osmanlı tarihinde, pek karışık ve adeta nefretle yad edilecek dönemler olmuştur. Fakat bunların hiçbiri bu zorbalık dönemiyle kıyas bile edilemez. 
İyi niyetle başlayan ve sonunda koca bir devletin çöküşüyle son bulan bu devir, Osmanlı tarihinin en elem verici sayfasıdır. 
Osmanlı milleti, hiçbir zaman, kendi fertleri tarafından, bu derece zalimane bir haksızlığa uğramamıştı. Hiçbir devirde, Osmanlı Devleti 4-5 zorbanın eşkiyalığı yüzünden bu derece acıklı bir felâkete konu olmamıştı. 
Osmanlı Padişahı, hiçbir zaman, etrafında dökülen kanlardan, sönen ocaklardan habersiz yaşamamış, bahtsız milletinin felâketini idrak edemeyerek, atalarının mübarek mirasını bu şekilde düşmanlara parçalatmamıştı. 
Bu kitapta insani değerlerden başka hiçbir ölçü nazari dikkate alınmayarak, sadece hakikatin tasvirine çalışılmıştır. İnsanları öldürmek, toprakları yağmalamak, beşeriyeti kan ve ateşe boğmak için gösterilen ihtiras, bizim gözümüzde bütünüyle insanlık dışıdır. Seven bir kalp, duyan bir ruh, güzel sanatları alkışlayan bir beyin, her zaman aziz ve saygıdeğer olmuştur. Bu feci devirde, ister Türk, ister Ermeni olsun, hayatlarını kaybedenler için; eşit şekilde elim bir ıstırap içindeyim. 
Bu kitap, fethedildiği Mübeccel “Ulu, yüce” günlerden beri, hiçbir düşman ayağı basmayan güzel İstanbul’un, İttihatçıların çizmeleri altında çiğnendiği bir zamanda yazılmıştır. İçindeki olaylar bu devri yaşayanlarca gerçi bilinen şeylerdir. Fakat yüz sene sonra gelecek bir tarihçi için, bu ufak kitap, gerçeği bütün fecaatiyle gösterecek bir belge değerinde olacaktır.) 
Eskişehir : 30 Eylül 1915
(-: Talihsiz Anadolu insanı yine sefalet içinde inliyor... 
Trenler dolusu asker, aç ve çıplak, gurup, gurup Savaş meydanına götürülüyor. Yine binlerce aile aç kalacak, binlerce günahsız insan, yalın ayak, paçavralar içinde, günlük nafakasını otlarla temin etmeye çalışacak... 
Öksüz kalan yavrular, bahtsız analar, güya adalet için (!) gönderilen gaddar memurların karşısında başlarını paçavralarla örtemeye çalışarak, hükûmetin rüşvetçi memurlarına yalvaracak, sızlayacaklar. Sonra da paraları, evlerindeki tohumları ellerinden söke, söke alınacaktır.. Bir zamanlar saltanat kurmak için Sakarya ovalarından Bizans surlarına doğru dualar ederek koşan kahraman Osman’ın, zaaf ve ihmal içinde yaşayan torunları, yıllardan beri türediler elinde yağmalanmış saltanat merkezini, oradaki servetlerini, saraylarını, camilerini, cehalet ve hamakatın kurbanı olan halkını bırakarak kaçacak; Köşklerini, görkemli hayatlarını, saltanat debdebe ve ihtişamını terk ederek köylülerin arasına sığışacaktı... 
ESKİŞEHİR’DE, PAYLAŞILAN ERMENİ EVLERİ
Hazine-i Hümâyûn çoktan Konya’ya taşınmış... İstasyon civarındaki zarif Ermeni evleri bomboş... Servetiyle, ticaretiyle, üstün değerlere sahip bir halk... Hükûmetin emrine uymuş, evlerini boşaltmış, Eskişehir’in yukarı mahallelerine çekilmiş... Şimdi bu bomboş evler, değerli halılar, zarif odaları, kapanmış kapılarıyla firarilerin teşrifini beklemekte... 
Eskişehir’in en mutena, en güzel evleri İstasyon civarındadır. Bu binalar Almanlara... Henüz duvarları badana bile edilmemiş, dış cepheleri bile sıvanmamış, mekteplerinin... V. Sultan Mehmet’e büyük bir Ermeni Konağı, Şehzadelere ise “Sarı Su Kasrı” civarında kanarya sarısı renginde evler... Yanyana iki Ermeni Konağı da, Talât Bey ile can yoldaşı Canbolat Bey’e ayrılmış... İçeride, Ermeni mahallesinde görkemli bir Ermeni Köşkü Topal İsmail Hakkı’ya... 
İstasyona yakın oturmaya elverişli bütün yapılar: İttihat ve Terakki Partisi’nin en önemli adamlarına tahsis edilmiş... Şehirde hafiyeler, Jandarmalar, Zaptiyeler, İstasyonda ise casuslar... 
Her şey hazırlanmış... Gariptir ki, Sultan Abdülhamid’in hafiyelerini lânetleyerek milleti kandıranlar, Eskişehir’e kaçmazdan önce, ilk iş olarak “Konakçı Müfrezesi” adı altında oraya gizli Polislerini, resimleriyle birlikte göndermişler. Zavallı Eskişehir halkı, bir zamanlar hak ve hürriyet adına Bayraktar Veli’nin sancağı altında toplanmaya hazırlanırken; kalplar intikam duygularıyla dolu, aciz, zebun; kuvvetten, dayanma gücünden, her şeyden yoksun, İstanbul canilerinin gelmesini bekliyor... 
V. Mehmet dindar bir insandı, müşfikti, halim-selimdi, ilim ve sanattan hoşlanıyordu... Ama bütün bunlar, ne yazık ki, milletin saadetini temin edemiyordu. 
Milletvekillerine gelince, adamların büyük bir bölümü, hak ve hakikati savunmaya memur kişiler değildi. O dönemdeki Parlamentonun “milleti temsil eden bir heyet” olarak kabul edilmesi yanlıştı. Milletvekillerinin çoğu, milletin vekili değil, “İttihat ve Terakki Çetesi”nin tayin ettiği kişilerdi. Yani bunlar Partinin sadık bendeleri idiler. Görevleri milletin hakkını korumak değil; ikiyüzlülük, ticaret ve servet biriktirmekti, sefahattı. Anadolu’nun en ücra köşelerinden gelen bazı milletvekilleri ise, daha dillerini düzeltecek vakit bulmadan, gelinlik kızlarını, yetişkin oğlanlarını ağa-paşa çocuklarıyla evlendirme, böylece onlarla yakın akrabalık kurma peşine düşmüşlerdi. 
Seçim bölgelerindeki halkın meseleleri, dertleri, çektiği sefalet onların çoğunu ilgilendirmiyordu. Hatta daha ileri gidiyor, seçim bölgelerindeki halkın açlıktan ölmesi işlerini geliyordu. Böylece onların sefaletlerini vesile sayarak servetlerini çoğaltmanın yollarını arıyorlardı. Bahtsız halkın ihtiyaçlarını karşılamak üzere tahsis edilen vagon, vagon şeker ve benzeri gıda maddelerini İstanbul’da, el altından satıp paralarına para katıyorlardı. Aydın kesime gelince, özellikle bu kişiler, İttihat ve Terakki’nin soygun ve cinayetlerini fazilet olarak gösteren sözde yazar ve düşünürlerdi. Zaten İttihatçı çetesi aydın geçinen bu sahtekârların alkışlarıyla bu cinayetleri işliyorlardı. 
Osmanlı saltanat yönetimini ellerine geçirenler, hiçbir hak ve hizmetin karşılığı olmaksızın, Osmanlı topraklarını mülk edinmiş gibiydiler: Kesiyorlar, biçiyorlar millet hazinesini istedikleri gibi kullanıyorlardı.) 
Biz, mezkûr kitaptan sadece bazı pasajları bu sütunlara aldık. Kalanı ise meşhur siyasi matah, “1915 – Tehciri”ni anma günü “24 Nisan’da” yekün bir özet olarak bu sütunlarda nasipse siz değerli okuyucularıma sunacağım. 
AİHM kuruluşuna soruyoruz: Ermeni Soykırımı olmuş mu, olmamış mı! meselesini hiç kendi kendinize sordunuz mu?... Kendi kendinize sorun diyoruz. Zira, bu uğursuz vak’a’nın zuhurundan sorumlu olan: “İngiltere, Fransa, Rusya” gibi belli başlı ülkelerdir!... “Soykırım Yok, demek özgürlükse” biz de: “Musevi Soykırımı olmamıştır!” desek, acaba nasıl karşılanırız?... 
AİHM gibi ciddi bir kuruluşun böylesi basit ayak oyunlarına gelerek, ucuz siyasete âlet olması, akıl alır iş değildir!?.. 
Saygıdeğer okuyucularım, hayırlı ve mutlu yarınlar dileyerek, yeni makalemde buluşabilmek umudu ile cümlenizi selamlıyorum efendim.