“Başka bir menzilde (başka bir yerde) duran bir sevdiğini ziyaret etmek için, o menzilin (o yerin) kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi, berzaha (kabir âlemine) göçmüş yüzde doksan dokuz ahbabını (ve sevdiklerini) ziyaret etmek (ister).”
Ebedî, sonsuz bir ayrılık olmasın ister. Bu daimî ayrılıştan kurtulmak ister. Bu isteklerin yerine gelmesi için koca dünyanın kapısını kapayacak ve acayip bir mahşer olan âhiret kapısını açacak biri lâzım. Bu arzuların gerçekleşmesi için dünyayı kaldırıp, yerine âhireti kuracak ve koyacak biri gerek. O ise ancak Kadîr-i Mutlak, tam bir kudret sahibi olan Allahtır.
İnsan; ebede uzanan sonsuz arzularının gerçekleşmesi için, bir Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına / kapısına ilticaya / sığınmaya ne kadar muhtaçtır. İşte bu durumda hakikî mabud, gerçek Rab nasıl bir Yaratıcıdır diye sorulacak olursa, deriz ki:
Her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şeyin hazinesi O’nun yanındadır. Her şeyin yanında hâzır, nâzır ve onu gözetleyicidir. Her mekânda hâzır ve orada mevcuttur. Mekândan münezzehtir. Mekânla ilgisi yoktur. Mekânsızdır. Aczden berîdir. Kusurdan, noksanlıktan, eksiklikten uzaktır.
Kemâl, hikmet ve cemâl sâhibidir. Rahman ve Rahîmdir. Celâl, haşmet, heybet ve kudret sahibi bir Mâbuddur.
Çünkü insanın sayısız ihtiyaçlarını, ancak o yerine getirebilir. Nihayetsiz bir kudret sahibi olan Allah ancak, bunun üstesinden gelebilir. Çünkü ancak o Allah; muhît ve kapsamlı bir ilim sahibidir. Öyle ise mâbudiyete, kendisine ibadet edilmeye lâyık yalnız O’dur.
İşte ey insan! Eğer yalnız O’na abd ve kul olsan, bütün varlıklar üstünde bir mevkî ve makam kazanırsın.
Çünkü O’na kul olmakla bilirsin ki, bütün mevcudatı Allah, sana hizmet ettiriyor. Tüm varlık âlemi senin için yaratılmıştır. Üstelik sana dünyada tasarruf etme yetkisi verilmiştir.
Yeryüzünde istediğin değişikliğe gidebilirsin. Suyun akışını yeni bir yöne çevirebilir, toprağın şeklini yeni bir biçime sokabilirsin. Böylece Allah katındaki kıymetini daha iyi anlarsın.
Eğer ubudiyet ve kulluktan istinkâf edip kaçınsan, âciz mahlûkat ve yaratıklara zelîl bir kul olursun. Onlar karşısında zillet ve aşağılık içinde kalırsın.
Eğer benliğine ve gücüne güvenip; Allah’a tevekkül etmeyi yâni üstüne düşeni yapmayı ve duayı bırakıp; Allaha karşı büyüklensen. Böyle bir davaya sapsan, yani her şeyin kendi güç ve iktidarınla olduğunu sansan; böyle gülünç bir iddia ve savda bulunsan.
O vakit, iyilik yapmak ve icat etmek cihetinde, ortaya bir şey koymak yönünden; arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zayıf düşersin.
Çünkü senin yaptığın, yapacağın her şey; ancak, Allahın sana bahşettiği imkânlarla mümkün olur. Dolayısıyla yaptıklarının asıl sahibi, gerçek mâliki ve yapıcısı görünüşte sen; hakikatte Allahtır. Allahın güç ve kuvveti, senin elinde tecellî edip görünmekte; sen de bundan kendine haksız yere pay çıkarmaktasın.
Bir makinenin yaptığı işte payı ne ise, seninki de o kadardır. Nasıl ki makinenin bütün yaptıkları insana mal edilir. Bunun gibi insanın icat cihetinden yaptığı her şeyde asıl başarı ve muvaffak oluş yani netice, hep Allahındır. Kula tercih dışında bir şey düşmemektedir.
O yüzden kulun yaptıklarından dolayı böbürlenmeye hiç hakkı yok. Belki hayırlı bir şeye vesile yapıldığı için Allaha şükredip hamdetmelidir.
Arı, Allahın emrinde O’nun vahyi ile balı yaparken; karınca, Allahın emrinde O’nun ilhamıyla boyundan büyük işleri başarırken; örümcek, Allahın emrinde O’nun izniyle bir kimyager gibi çalışırken; insan haddini bilmediği takdirde; Allahtan nisbeti kesdiği anda, Allah ile bağları kopardığı zaman -yukarıda belirttiğimiz gibi- arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zayıf düşer.
İnsan eğer benlik davasında bulunur. Gücüne güvenir. Tevekkül etmez. Duayı bırakır, kibirlenip büyüklenirse; işte o zaman şer ve tahrip bakımından dağdan daha ağır, tâun yani korkunç veba hastalığından daha zarar verici olur.