Texe Marrs, Dark Majesty kitabında, dünya barışını tehdit eden tehlikeleri şöyle sıralıyordu: “Yeni Bir Uluslararası Ekonomik Düzen, hemen bunu izleyecek Yeni Politik Düzen ve sonunda hepsinin en şeytanisi; Yeni Dünya Dini Düzeni. 

Bu amaçlarına ulaşmak için uluslararası kuruluşları güçlendirmeye çalışıyorlar. Öncelikli hedefleri, parasal sistemleri tahrip ederek kendi hedefledikleri ekonomik düzeni oluşturmak. Diğer bir hedefleriyse, insanları dinden soğutmak, vatan millet sevgisi gibi değerleri yıpratmak. Küreselleşmeye düzülen övgülerin hepsinin ardında bu ortak hedef yatıyor.”

Texe Marrs’ın sözünü ettiği Yeni Dünya Düzeni’nin patronu olma mücadelesi  bugün, ABD ile küreselciler arasında Yeni İpekyolu merkezli olarak devam etmektedir. Nil’den Fırat’a uzanan coğrafyada, “Vaadedilmiş Topraklar” üzerinde bir “Büyük İsrail”in kurulması da bu mücadelenin çok önemli bir halkasıdır. 

Konun ruhani boyutu, Hıristiyan dünyasının Filistin’de yaşanmakta İsrail vahşetini görmezden gelmesine, hatta Evanjelik ağırlıklı ABD yönetiminin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünya kamuoyunu bu zulmü durdurulmasına ilişkin çağrısını antisetitizm olarak değerlendirerek kınamasına neden olmaktadır. 

Bütün bunlar Türkiye’nin, bir insanlık dramı olan Filistin’i savunmak konusunda yalnız kalmasına neden olmaktadır. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünya kamuoyunu Filistin’deki İsrail zulmünü durdurmaya çağırmasını, ABD yöneticilerinin “antisemitizm olarak değerlendirdiklerine ve kınadıklarına” ilişkin yaptıkları açıklama karşısında söylenecek tek söz var; “ADALETİN BU MU DÜNYA?”

Küresel gelişmelerin geldiği noktada Türkiye’nin Filistin’de yaşananlar karşısında başka türlü davranması beklenebilir mi? Türkiye I. Dünya Savaşı sırasında  İngiltere ve Fransa’nın gizlice imzaladıkları ve Rusya’daki Ekim Devrimi nedeniyle rafa kaldırılan Sykes-Picot anlaşmasının, yüzyıl sonra, ABD’li ideologlar tarafından “Büyük Ortadoğu projesi” olarak revize edilerek hayata geçirilmeye çalışıldığının farkındadır ve bu oyunu bozmak için topyekün direnmektedir. 

İnsanlarımız, küresel gelişmelerin ayrıntıları bilemeseler de, kurulmak istenen tuzaklara karşı genetik bir duyarlılık içindedir. İnsanlarımızın millet olma bilinçleri Batılıların terazileriyle doğru olarak tartılamaz; tartılamıyor. 

Yüzyıl, daha doğrusu yüzlerce yıl aynı ruh ve aynı heyecanı yaşatabilen bir “millet”  olmasaydık, tarih boyunca yaşadığımız bunca badireyi atlatmayı başarabilir miydik? 19 Mayıs 1919’da başımızda dolaşan kara bulutlarla 15 Temmuz 2016’da tepemize çöken kara bulutlar birbirinden ne kadar farklıdır? Fakat biz, bu iki emperyalist tuzağı da dağıtmayı başardık. Filistin’de yaşananlara gösterdiğimiz duyarlılığı, “Araplar bize ne zaman ağladılar ki?” şeklinde değerlendiren önyargılılarımız var, ama milletimizin çoğunluğu, “Tanrı’nın kıyamete zorlandığının”, yani “Büyük Kürdistan” görünümlü bir “Büyük İsrail”i hayata geçirebilme çabalarının farkındadır.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının hemen sonrasında yaşanan I. Körfez Savaşı (1991) sonrasında Irak üzerinden Ortadoğu’ya çöken ABD ve Batılı ortaklarının başlattıkları sürecin hedefi neydi? Bu hedefin bugün Ortadoğu’da, Doğu Karadeniz’de, Kıbrıs’ta, Libya’da, Suriye’de, Girit’te, Yunanistan’da, Bulgaristan’da, Karadeniz ve Kafkasya’da yaşananların son hedefi nedir? 

Bu büyük hedefin Türkiye’yi ilgilendiren yönleri nelerdir? 

Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun peşinde koşmakla suçlanmak pahasına, neden tarihi ve kültürel bağlarının kazandırdığı stratejik derinlikleri ile bu kadar yakından ilgilenmek gereği duyuyor? 

Batılıların “Kızıl Sultan” olarak andıkları II. Abdülhamit, Teodor Heltz’in Osmanlı’nın bütün borçlarına karşı İsrail devleti için küçük bir toprak parçası isteğini, “Toprak milletin malıdır, bir karışını bile satamam” diye reddetmesinin ardından, İttihat ve Terakki eliyle tahttan indirilerek Selanik’e sürülmüş ve Osmanlı İmparatorluğu en büyük toprak kaybını yaşamıştı. 

Türkler, 19Mayıs 1919 şahlanmasıyla elde kalan toprakları sahiplenebilmek için, emperyalistlere karşı Mustafa Kemal önderliğinde Kurtuluş Savaşı’nı başlatmış ve bu mücadelesini zaferle taçlandırmıştı. 

Emperyalistler, Kurtuluş Savaşı sonrasında bir süre unuttukları toprak isteklerini 1990’lı yıllarda, ekonomik ödüllerle kamufle ederek yeniden gündeme getirmişlerdi. Bütün direnmelere rağmen, yabancılara ilk toprak satışı 1991 yılında, Torbalı’da, Philip Morris-Sabancı Sigara ve Tütün Sanayii A.Ş’ye yapılmıştı. Küreselleşiyorduk, çağdaşlaşıyorduk..

Küreselleşmeye ve yeini dünya düzenine ilişkin projeleri üreten, geliştiren ve uygulamaya koyan ABD yönetiminde etkili kişilerin üye oldukları CFR ve Bilderberg gibi “sivil toplum kuruluşlarıydı”. 

Texe Marrs, Dark Majesty kitabında, bu kuruluşların üç temel hedefleri olduğunu belirterek şöyle diyor: “Yeni Bir Uluslararası Ekonomik Düzen, hemen bunu izleyecek Yeni Politik Düzen ve sonunda hepsinin en şeytanisi; Yeni Dünya Dini Düzeni. 

Bu amaçlarına ulaşmak için uluslararası kuruluşları güçlendirmeye çalışıyorlar. Öncelikli hedefleri, parasal sistemleri tahrip ederek kendi hedefledikleri ekonomik düzeni oluşturmak. Diğer bir hedefleriyse, insanları dinden soğutmak, vatan millet sevgisi gibi değerleri yıpratmak. Küreselleşmeye düzülen övgülerin hepsinin ardında bu ortak hedef yatıyor.”

Texe Marrs’ın sözünü ettiği Yeni Dünya Düzeni’nin patronu olma mücadelesi  bugün, ABD ile küreselciler arasında Yeni İpekyolu merkezli olarak devam etmektedir. Nil’den Fırat’a uzanan coğrafyada, “Vaadedilmiş Topraklar” üzerinde bir “Büyük İsrail”in kurulması da bu mücadelenin çok önemli bir halkasıdır.

Konun ruhani boyutu, Hıristiyan dünyasının Filistin’de yaşanmakta İsrail vahşetini görmezden gelmesine, hatta Evanjelik ağırlıklı ABD yönetiminin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünya kamuoyunu bu zulmü durdurulmasına ilişkin çağrısını antisetitizm olarak değerlendirerek kınamasına neden olmaktadır.

Bütün bunlar Türkiye’nin, bir insanlık dramı olan Filistin’i savunmak konusunda yalnız kalmasına neden olmaktadır. 

ÇEKİÇ GÜÇ İLE BAŞLATILAN SÜREÇ

Bilenler biliyor; I. Körfez Savaşı sırasında ABD Başkanı George Bush ve Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal Kuzey Irak’taki Kürtleri Saddam’a karşı ayaklanmaya çağırmışlar ve destek sözü vermişlerdi. 

CIA, ayaklanmaya destek olabilmek amacıyla buradaki Türkmenleri bile oyunun içine çekmişlerdi. Fakat Saddam oynanmak istenen oyunu farketmiş ve yüzbinlerce Kürt ve Türkmeni Türkiye’ye sığınmak zorunda bırakmıştı. Aslında ABD’nin istediği de buydu. 

Olaylar bu noktaya gelince Başkan Bush Özal’ın kulağına bölge barışıı koruma adına Çekiç Güç’ü Türkiye’ye davet etmesini fısıldamıştı. Türkiye’nin davetini memnuniyetle kabul eden Çekiç Güç Türkiye’ye çöreklenmiş, 36. Paralel boyunca bölünmüş Irak’ın kuzey parselinde, PKK militanlarının yardımıyla, tam teşekküllü bağımsız bir Kürt devleti kurma çalışmaları başlatılmıştı. Çekiç Güç, İncirlik Üssü ile birlikte bölgedeki diğer bütün üsleri de kullanarak Irak’ın kuzey parselindeki oluşuma destek vermeyi başarıyla sürdürdü. ABD’nin PKK militanlarını kullanarak hayata geçirmeye çalıştığı devletçiği, özerkleşecek Türkiye’nin güneydoğu parseliyle birleştirerek, daha sonraları Büyük İsrail’in bir parçasını oluşturacak çekirdek bir devletçik oluşturmaktı. Hayata geçirilecek bu devlet Suriye’yi de içine alacak şekilde büyütülecek ve Tevrat’ta sözü edilen “Vadedilmiş Topraklar” üzerinde “Büyük İsrail”e dönüşecekti. 

“Büyük İsrail”in gerçekleşebilmesi için, Türkiye’nin katıldığı bir büyük savaşın yaşanması yaşanması gerekiyordu ki, bu oluşuma karşı çıkabileceklerin güçleri törpülenmiş olsun. 

Saddam, Talabani, Barzani, PKK, YPG, Esat ile birlikte Türkiye’den de bazı siyasetçiler bu hedefe ulaşmak amacıyla kullanılmışlardır. 

“İSRAİL İÇİN TEK KARIŞ TOPRAK SATMAM”

Nil’den Fırat’a uzanan “Vadedilmiş Topraklar” üzerinde “Büyük İsrail”in hayata geçirilebilmesi için, “İsrail’in kurulması için bir karış toprak vermem” diyen II. Abdülhamit’in torunlarının kurdukları Türkiye’nin bölgesel güç olmaktan çıkarılması gerekiyor, ama Türkiye, kendisini güney sınırları boyunca kuşatacak bir oluşuma asla izin vermeyeceğini, dünyanın anlayacağı bir dille anlatmaya devam ediyor. 

2016’da Rusya ve İran ile birlikte oluşturduğu Astana Süreci ortaklarıyla birlikte, ABD’nin Irak ve Suriye’nin kuzey parsellerini birleştirerek Akdeniz’e uzatmaya çalıştığı terör kuşağının önünü kesiyordu. ABD’nin PKK uzantısı YPG’yi binlerce TIR dolusu silahla donatıp ordulaştırmasını umursamadan güney sınırları ötesindeki terör yuvalarını F-16’larla, İHA ve SİHA’larla dağıtmaya devam ediyor. 

İNGİLTERE’NİN PLANI ABD’YE NASIL UYARLANDI?

Türkiye’nin içten fethedilmesini sağlamak amacıyla bu konularda uzmanı ve Cheney-Rumsfelt-Wolfowitz üçlüsünün akıl hocası olan Edelman Ankara’ya büyükelçi olarak atanmıştı, ama asıl görevi Bernard Lewis’ın tasarladığı İsrail ve bazı Arap ülkelerinin dahil oldukları Ortadoğu Birleşik Devletleri’ni hayata geçirmekti. Bu kuruluşta federatif bir yapıya dönüştürülmüş Türkiye Cumhuriyeti Anadolu ya da Önasya olarak yer alacaktı. Azerbaycan, parçalanmış İran, Gürcistan ve Ermenistan Kafkasya coğrafyasını tek çatı altında toplayan bir federasyon olacaktı. Afganistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan Asya içlerine uzanan bir federal yapı oluşturacaktı. Bu dört federal yapı küresel barışın tutkalı olacaktı. 

Ütopya falan değil; I. Dünya Savaşı öncesinde İngiltere tarafından tasarlanmış küresel egemenlik planının, Bernard Lewis tarafından güncellenmiş ve ABD çıkarlarına göre revize edilmiş versiyonuydu. ABD, “Yeni Dünya Düzeni’nin patronu ben olacağım” diyor, ama bu planının ilk adımı olan 1991’deki Körfez Savaşı’ndan bu yana küresel dengelerde büyük değişiklikler yaşandı. Herşeyden önemlisi, Çin’in Yeni İpekyolu gündeme geldi ve ABD derin  devleti ile küreselciler karşıt cephelere savruldular. Şimdilerde ABD dediğimizde, “Hangi ABD?” sorusu soruluyor. 

KÜRESEL AKTÖRLER ARASINDA YAŞANMAKTA OLAN MÜCADELENİN 

BÖLGEMİZE VE ÜLKEMİZE YANSIMALARI

Filistin’e yönelik İsrail kıyımını, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünya kamuoyunu İsrail’in Filistin’deki zulmünü durdurmaya çağırısının ABD yönetimi tarafından “Antisemitizm olarak değerlendirilip kınanmasını küresel aktörler arasında yeni dünya düzeni bağlamında yaşanmakta olan mücadelenin bölgemize ve ülkemize yansımaları olarak değerlendirmek gerekir. 

Çıkarları, dostları ve komşularının hedefleriyle çatıştığı sürece Türkiye’nin çeşitli cephelerde rahatsızlıklar yaşanması kaçınılmazdır. 19 Mayıs’ın 102’nci yıldönümünde, Türkiye’ye yönelik tehditleri boşa çıkarabilmek adına, her zamanki gibi, millet olma bilincimizi diri tutmak zorundayız. Ülkemizin jeopolitik konumu bizi, tek yürek olma yeteneğimizi sonsuza dek yaşatmaya davet ediyor.