“Haber Türk” yazarlarından Sayın Serdar Turgut, “8 Temmuz 2013” tarihli makalesinde: “MISIR’I SATAN ABD TÜRKİYE’Yİ DE SATAR MI?” başlığıyla günün aktüalitesini yansıtan bir değerli makale yazmışlar. 
Değerli makaleleri ve aynı değerde yorumları, gerçekten bahse değerdir ve okunması icap eden özellikleri vardır. Ancak bendeniz değerli makalelerinin sadece birkaç satırı ve başlığı üzerinde durdum ve yüksek müsaadeleriyle kendi yazımın serlevhası olarak değerlendirdim. 
Ve diyorum ki, “acaba Türkiye’yi de satar mı?” Bence, satar hem de gayet rahatlıkla. Yeter ki, ABD’nin çıkarlarına ters düşen bir durum zuhur etsin... 
Misal mi istersiniz. O kadar çoktur ki, saymakla bitiremezsiniz!... Meselâ, Osmanlı’nın son dönemlerinde, Gayri Müslim tebaanın fikren elde edebilmek gayesiyle “ABD-Kolejleri” acaba kimin eseriydi?... Artı, Osmanlı-Ermenilerini ayaklandırıp, sonra da yüz üstü bırakarak, Türk düşmanı damgasını yemelerine sebep olanların başında acaba kim veya hangi devlet vardı?.. 
Serdar Turgut Bey: (11 Eylül saldırılarından KAPSAMLI BİR İslam’ı itibarsızlaştırmak operasyonu başlatmış olan ABD’nin bu süreç sürerken, aniden İhvan hareketini resmen desteklemeye başlaması, bir çok insanı şaşırtmıştı. 
Bu destek ilk önce gayet tabii ki, Mısır’ı etkiledi. Türkiye de çok etkilendi. Bu yeni ABD politikasından, AK Parti’nin bazı politikalarının, söylemlerinin “İhvan”laşması süreci böylece başladı. 
Gülen Cemaati ile AK Parti arasında bazı ayrılıkların anlaşmazlıkların çıkması buna da bağlıdır. ABD desteğinin İhvan’a verilmesi ne kadar şaşırtıcıysa, bu desteğin anında çekilmeye başlanması ve ABD’nin darbeye en azından açıkça karşı çıkmaması o derece şaşırtıcı oldu. 
Bu, doğal olarak “Acaba Amerika Mısır’ı sattı mı?” sorusunun sorulmasına yol açtı. Tabii bununla bağlantılı olarak da “Mısır’ı böyle satabilen bir Amerikan yönetimi acaba bizi de satar mı?” sorusunun Türkiye’de akıllara gelmesine neden oldu.
Ben, Amerika’nın Mısır’ı değil, aksine Mısır’ın Amerika’yı satmış olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle Türkiye’de “Acaba Amerika bizi de satar mı?” sorusunun düşünülmesini anlamsız buluyorum. 
Bu bizim tavrımıza bağlı, Amerika ile neler yaşayacağımızı bizler belirleyeceğiz: aynen bunu Mısırlıların kendilerinin belirlemiş olduğu gibi. İslam’ı itibarsızlaştırma projesini global terörle bağdaştırarak sürdüren Amerikan yönetimi, bu politikasının iyice çıkmaza düşmesini engellemek için ve ayrıca Amerika’ya özellikle Orta-Doğu’da yeni yönelimler belirlemek için kendilerinin “ılımlı İslâm olarak” tanımladıkları aslında demokrasi, moderinzm ve laisizm ile uyumlu bir İslâmi yönetim arayışlarını da kesintisiz sürdürdüler. 
Bölgesel baharlar furyasında kendi baharını demokrasi ve özgür seçimlerle yaşayıp iktidara gelen AK Parti, Amerikan yönetimi için büyük umuttu. Amerika bölgesel büyük oyununa başlamıştı. 
Bu büyük oyunun temel taşları, kendilerinin Ilımlı İslâm olarak tanımladıkları güçler: Kürtlerle ilgili büyük politika ve İran, Irak, Suriye kategorileri olarak yer alıyordu. 
Bu büyük oyunda Türkiye elindeki kartları düzgün oynarsa, global büyük gücün yanında bölgesel büyük güç olacaktı. Bu aynı zamanda Türkiye’nin 21’nci yüzyılda global büyük güç olmasına giden yolun açılması anlamına geliyordu. 
AK Parti, eğer markamız içindeki bu dört öğe arasındaki dengeyi bozacak bir hareket yapmazsa veya Mısır’da İhvan’ın düştüğü hatalara düşmezse, global dünya güçleri nezdinde, bölgenin büyük ağabey’i Türkiye’dir.) 
Bizce bu yorum, son derece iyimser bir temenniden ileri gitmez, gidemez!... Zira, Türkiye’nin öylesine bir konuma yükselmesi, emperyalist Batı’nın hiçbir şekilde kabul edemeyeceği bir konum olur ki, bu da Batı emperyalizminin “Cihan hâkimiyeti” stratejisine tamamen ters düşer. 
Amerika dostluk ve müttefiklik bağlantılarına pek önem vermez. ABD için sadece ve sadece “Milli Menfaatleri” söz konusudur. Kalanı ise, duruma göre değişir. Nitekim, ABD’nin “Orta-Doğu” politikasında: İnişli, çıkışlı davranışları bunun en açık misalidir!.. 
“Global Dünya Güçleri” nezdinde, “bölgenin büyük ağabeyi” Türkiye olacaktır deniyor!... Düşünüyorum da; Global Dünya Güçleri, Türkiye’yi hangi çıkarları nezdinde “Orta-Doğu”da büyük ağabeylik verecek!.. 
Şartlar nasıl olursa olsun, Türkiye şu veya bu şekilde küçümsenecek bir ülke değildir. Zira, koca bir İmparatorluk tesis etmiş ve bu büyük Devleti altıyüz yıl idame ettirebilmiştir ve zaten içten ve bilhassa üst düzey ekolünden ihanet görmeseydi ve belkide daha uzun yıllar varlığını sürdürebilecekti!..
Böylesi derin devletçilik mazisi olan bir Milletin, küçümseneceğini hem de dünyayı parmağında oynatan dünya güçleri tarafından küçümsenebileceğini düşünmek dahi, abesle iştigaldir diyebiliriz!.. 
Şu an Mısır’da neler oluyor, Mısır iç savaşın eşiğine nasıl gelmiştir? Bütün bunlar bizleri hayli düşündürmektedir!.. Zira, Mısır trajedisi öyle birden meydana gelmiş bir vak’alar zinciri değildir!... 
Orta-Doğu’da söz sahibi olan Araplar, ilk İsrail kanalı ile ve daha sonra, mezhep’i çekişmelerin daha ziyade tesir etmesiyle, bunun üzerinde hassasiyet gösteren ABD ve diğer Batılı Devletler, bu mücadelelerinde, en ziyade entrika ve terör hareketlerini canlı tutmuşlardır ki, hâlâ öyledir!.. 
Yukarıdaki satırlarda dikkatlere çektiğimiz gibi, “İslâm aleminin daha ziyade kendi iç dünyasında yaşamayı tercih etmesi ki, Batı dünyasının bu durumdan ziyade istifade etmesi ve bir şekilde kendisinin de el altından, menfi açıdan meseleye karışması, Orta-Doğu’yu daha da karmaşık bir duruma sokmuştur: “Irak, Suriye, Ürdan, Libya, Beyrut, İran vs.” ve bir de ABD uydusu, Suudi Arabistan ile Kuveyt.” bu saydıklarımız arasında istikrarlı bir dayanışma mevcut mudur veya hiç vaki midir?... 
Aralarındaki göstermelik anlaşmalar ise, “Osmanlı-Devleti” hakimiyetinden kurtulabilme çabaları esnasında; İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalistlerinin gayret ve çabaları sayesinde gerçekleşebilmiştir. 
Halbuki; Osmanlı Hâkimiyeti döneminde, bizim vilayetlerimiz konumunda olan hemen her Arap ülkesi, rahat nefes alabilmekteydi. Bunun böyle olduğuna Orta-Doğu tarihi şahittir! 
Her daim: (Kahpe Arap, bizi sırtımızdan vurdu!) der dururuz! Ama, Arap dünyasını bize karşı kışkırtan ve böylece Osmanlı’yı devre dışı bırakan, Osmanlı Pay-ı tahtını işgal etmekten hiç utanç duymamış olan koca Britanya İmparatorluğu’nu bir sefer olsun aklımıza getirmeyiz?!.. 
Acaba niçin? Niçini yoktur! Çünkü, bizlerin böylesi iblislikleri bilmemesi, düşmanını her daim, aksi yönde aramaya mahkûm olması, bizlerde sözde aydın geçinen ve mukaddes Devletimizi temsil etmeleriyle Türkiye’nin kaderini adeta ellerinde tutan, hakiki manada “vatan haini” iblisler zümresindir... 
Yüce Milletimizin başlıca ihtiyacı, Milletler camiasında kendi imkânları dahilinde, Türk adını şeref listesine aldırabilmesi, Milletler topluluğu Merkez Binası’nın giriş kapusu önünde aziz Bayrağımızı dalgalandırabilmektir. 
Böylesi bir mutluluğu ise bizlere hemen hiçbir global güç asla tattırmaz! Hayır tattırır diyen olursa, böylesi bir şahıs veya şahıslar ya vatan haini veya basiretleri tamamen bağlanmış birer zavallıdır. 
Bizlerin, Global Güçlerin taktirlerine hiçbir surette ihtiyacımız yoktur! Bizim ihtiyacımız: Türk adını şiar edinmiş bir milletler topluluğunun, meydana getirdiği muhteşem bir İmparatorluğun torunları olduğumuzu hatırlayarak, bir anda silkinip kendimize dönerek, milletler arenasında varlığımızı göstermek de değil, kabul ettirebilmek için, vargücümüzle çalışmak ve böylece hedefe ulaşabilmek!.. 
Bir hususu gayet iyi hesaplamak lâzımdır: “başka milletlerden yardım ve taktir beklemek, akıntıya karşı kürek çekmek” demektir. Bizlerin en büyük ihtiyacı: kendimize olan güvenimizin tam ve kusursuz olabilmesidir. 
Günümüz dünyasında: aşırı kazanç, aşırı lüks peşinde koşan ve bu uğurda çoğunlukla sıfırı tüketen, bilhassa iktisaden geri kalmış ülkelerin yurttaşları arasından çıkmaktadır!... 
1950’lerde, halkımızın da ABD ile tanışabilme imkânı bulmuş olması ki, bu tanışma ve dostluk(!) gösterilerinin altında doğrudan ABD’nin “millî menfaatlerinin” çıkar hanesi yatmaktadır ve aziz milletimiz bu durumdan pek haberdar değildiyse de, “6-7 Eylül 1955” olaylarını yaşadıktan sonra, Türkiye üzerinde pek büyük oyunlar oynandığını yavaş da olsa kavramaya başlamıştı!.. 1956’larda İstanbul halkı yavaş da olsa değişmeye yüz tutmuş, Gayr-ı Müslim kesimden çoğunluk, vatanı Türkiye’yi terk etmek talihsizliğine uğramış, İslâmi kesim ise; iktisadi sıkıntıların verdiği huzursuzluk, mezhep çekişmeleri ve siyasî bölünmeler içinde adeta bunalmış bir manzara arz etmekteydi. Evet! Türkiye’de bazı değişiklikler bir diğerini izlemekte, bilhassa Taşralılar kendi topraklarını bırakarak, büyük şehirlere göç etmekteydiler ki, mezkûr şehirlerin başında gelen tabii olarak İstanbul Şehri idi... 
Bu niçin böyle idi? Böyle idi zira, hemen hiçbir hükûmet mezkûr hareketlere parmak basmamış ve Anadolu kesimi tabiri caiz ise kendi dertleriyle başbaşa bırakılmıştı!... 
Meselenin en enteresan tarafı da, Parlamentomuzun yüzde 90’ının Anadolu menşeli oluşlarıydı!.. Bu durumu enteresan buluyoruz zira, milletin kahir ekseriyetini teşkil eden Anadolu insanıydı!... 
Baştan beri saydığım bütün bu durumların temeli 1940’lara dayanmaktadır. Günümüzdeki siyasî çekişmelerin, Taksim Gezisi protestolarının temelinde: 1940’ların yanlış değerlendirmelerden elde edilmiş bulunan bir dizi kararlar demeti yatmaktadır!... Nitekim, önümüzdeki yazımı doğrudan bu konuya tahsis edeceğim. 
Ülkemizi böylesine bir çıkmaz sokağa iten ana unsurlar, bizim ne parlamentomuz ve ne de medyamız tarafından ülkemiz halkına asıl yönleriyle açıklanmamıştır. Bizim Milletimizin: “Birinci ve İkinci Cihan Savaşlarının” ne veya nasıl sebeplerden dolayı meydana getirilmiş ise, bu bizim için bir meçhul olarak kalmıştır!... Bildiklerimiz veya bizlere aktarılanlar ise, “ABD’nin, kendi politikasına uygun olanı bizlere aktardıkları dışında, hiçbir ciddi kaynağa dayanmamaktadır!..” 
Dahası kendi öz tarihimiz de aynı garabetin kurbanıdır. Mesela: Kuva-yı Milliye Hareketi ve Cephesinde, Osmanlı-Ermenileri, Anavatan müdafaasında olumlu hizmetlerde bulunmuş mudur, bulunmamış mıdır?.. Günümüz insanının yüzde kaçı bu konu hakkında sağlam bilgiye sahiptir?.. 
Keza, yeni Türkiye’nin kurucusu ve milletimizin hamisi, merhum Gazi Hazretleri’nin hakiki kimliği hakkında kaç kişi sağlam bilgi sahibidir?... 
Arz edelim, hemen, hemen hiç denebilecek kadar az kişi, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın esas kimliği hakkında bilgi sahibidir! Bu niçin böyledir? Böyledir çünkü, Türkiye’miz insanının, hiç olmazsa kendi tarihi, kendi büyükleri hakkında sağlam bilgi edinilmesi dahi bazıları tarafından çok görülmektedir?!... 
Bu durumun, bilhassa dış kaynaklı telkinlerin neticesi olduğundan hemen hiç kimsenin en ufak bir şüphesi olmamalıdır. Nitekim bu hazin durum, “İngiliz Gizli Belgelerinde” ayrı bir değerlendirme ile bilhassa II. Abdülhamid Hân dönemine kaydırılmış olarak kayıtlara geçmiştir. Okuyalım görelim: 
(-Türk tarihi sadece kronoloji olarak okutulur ve ancak zafer kısımları öğretilir. “Tarih Filozofi” Türk mekteplerinde yer almaz. Kapitülasyonlara hiç dokunmadan Devletler Hukuku öğretilir. Bu bilgiler ise Sultan’a hiçbir zarar vermez.) 
İkinci Meşrutiyet’in ilânına kadar süren bu baskılar son bulduğunda, Mülkiye ortamı müsait bularak: “14 Aralık 1908” tarihinde, Müdavimin-i Mülkiye Cemiyeti “Mülkiye Öğrenci Derneği” adında ve merkezi Mektep binasında olmak üzere, bir talebe kuruluşu tesis etmişti. 
Ne varki, iyi niyetle kurulan bu kuruluş, daha sonra “politika sahasına kayılmasında, sadece seyirci olarak kalınmıştır.” Çünkü, bize göre ne mezkûr fakültedeki faaliyetler ve ne de iyi niyetli bir üniversite hareketi, iyi niyetli olarak kalamamış ve politikaya karışarak bütün emekler heba olup gitmiştir... 
Bizlere yakın olan tarihlerde: (1960, 1968, 1971, 1980) gibi tarihlerde menfi gelişmelerin zuhuru dolayısıyla ülke idaresine Ordu tarafından el konmuş olmasından dolayı, illegal kuruluşların Medya aracılığı ile Üniversite öğrencilerini öne sürmeleri, daha doğrusu onların arkasına sığınmaları, yüksek tahsil gençlerimizin çoğunluğunu siyaset mağduru durumuna sokmuş ve böylece günümüze kadar gelinmiştir. Talebe hareketleri içinde en meşhuru ve üzerinde durulanı (68-Kuşağı) diye anılan kesimdir. Şimdi ise, (2013 Kuşağı) nakaratlarıyla günümüz gençliği üzerinde de oynanmaktadır!... Ve zaten bizim asıl derdimiz de budur. 
Gazi Hazretleri bu konuda bizlere gayet isabetli bir değerlendirme ile şu tavsiyede bulunmuşlardır: 
(- Milleti aldatmayacağız! Millete daima ve daima hakikati söyleyeceğiz. Belki hata ederiz, yanlış şeyleri hakikat zannederiz, fakat bunu millet düzeltsin. Kendimizi kimsenin üstünde görmeğe de hakkımız yoktur!) 
<Gazi Mustafa Kemal Atatürk – 1923>
Şayet nasipse, yeni yazımda buluşabilmek dileğiyle tüm okuyucularıma sıhhatli ve mutlu yarınlar diliyorum efendim.