Suriye sorununun başından beri Türkiye’nin istediği “güvenli bölge”ye ABD’nin sıcak bakması, bazı çevrelerde bayram havasıyla karşılanıyor. Bu durumda 2017 başı itibariyle “güvenli bölge”nin, farklı açılardan ne anlama geldiğini irdeleyelim: ABD’nin daha önce sıcak bakmadığı “güvenli bölge”ye şimdi ilgi duyması sadece başkanın değişmesi ile açıklanamaz. Trump bu gibi konularda kendisine verilen raporlara göre hareket eder. Fakat Astana sürecini Rusya, Türkiye ve İran yürütürken ABD dışarıda kalmıştır. Bir sonraki aşamalara ABD’nin güçlü bir şekilde dahil olması için Türkiye’nin yıllarca talep ettiği “güvenli bölge” kullanılışlı bir enstrüman olarak görülmüştür. Bu durum bizatihi müzakere tekniğinin bir parçası olabilir. Diplomatik müzakere tekniği açısından diğer bir husus ise Türkiye’nin bu talebi kabul edilmekle ABD’nin sıradaki taleplerinin kabul şartları hazırlanmaktadır. Washington “biz sizin güvenli bölge talebinizi kabul ediyoruz, siz de PYD için mendil kadar da olsa özerk bölge talebimizi kabul ediniz” diyecektir, belki de demiştir.

Suriye’de iç savaşın başlamasından hemen sonra Türkiye’ye mülteci akını başlamış ve Türkiye kapılarını bu insan yığınlarına açmıştır. Bu bağlamda 2012-2015 arasında “güvenli bölge” politikası belki tutarlı olabilirdi (o yıllarda da bunun son derece sakıncalı olduğunu dile getirdik). Ancak Cerablus’tan girip belirli bir araziyi güvenli hale getirmesinden, El-Bab’ı muhasara etmesinden sonra yeni bir “güvenli bölge”nin anlamı yoktur. Ankara açısından “güvenli bölge”nin güvenli olması Türk askerinin kontrolünde olmasıyla mümkündür. Ancak ABD ve Rusya’nın mutabık kalacağı bir “güvenli bölge”, meşruiyetini BM Güvenlik Konseyi kararına dayandıracaktır ki burada kontrol Türk askerinde olmayacaktır. Belki de “güvenli bölge” üzerinden yeni bir Kandil oluşturulacaktır. Halbuki bugün Türkiye’nin “güvenli bölge” talep etmesinin nedenlerinden biri, iç savaş ve mülteci akımının Güneydoğu’da, hatta bütün ülke genelinde neden olduğu asayiş problemidir. Görünüşte BM denetimindeki yeni bir “güvenli bölge” Güneydoğu bölgemize yönelik terörist faaliyetlere merkez teşkil edecektir.

Astana sürecinde Suriye’nin toprak bütünlüğü konusundaki mutabakat, son derece önemlidir. İsrail, dolayısıyla ABD politikalarının temelinde ise Suriye’nin parçalanması bulunmaktadır. Ancak bugün ABD’deki yeni yönetim, bu yöndeki taleplerini açıkça ortaya koyamamaktadır. İsrail çevresindeki güçlü devletlerin parçalanması temelli projeler, Arap Baharı’ndan önce tartışılmaya başlanmış, bu yönde stratejiler oluşturulmuştur. Astana süreci dikkate alındığında bu İsrail projesi rafa kalkma durumundadır. Ancak “güvenli bölge” sayesinde bu strateji doğrultusunda bir gedik açılacaktır. Irak’ın parçalanma sürecinde de “uçuşa yasak bölge”nin son derece önemli olduğunu unutmayalım. Irak Kürtleri için bu “güvenli bölge”, aynı zamanda PKK kamplarına ilave hukuki gerekçelerle ev sahipliği yapmıştır. Ankara’nın Esed kızgınlığından dolayı Suriye’nin parçalanmasını sükutla karşılaması, hatta bu yöndeki politikalara ön ayak olması olabilecek en yanlış stratejidir. Esasen bugün Esed’i iktidarda tutan temel saik, sürüp gitmekte olan iç savaştır. Parçalanmış bir Suriye’de, Şam merkezli bir Şii-Nusayri yönetiminin çok daha uzun ömürlü olması beklenebilir.

“Güvenli bölge”, Rusya açısından çok da önemli değildir. Moskova’nın nüfuzunda, Şam merkezli, Tartus limanına sahip bir Nusayri devletçiği Rusya açısından daha kullanılışlı olabilir. Halen organik bağları bulunan PYD kontrolünde bir “güvenli bölge” oluşumu Rusya için “elde var bir” olacaktır. Esed’in Yahoo News muhabirinin sorularını cevaplarken “güvenli bölge” konusundaki endişeleri gerçekçidir. Buradaki gerçekçilik Esed ile Türkiye’nin çıkar birliğinden öteye aynı zemini paylaşan komşuların durumuna benzemektedir. Bitişiğimizdeki bina temelden kayarken bizim binamızın yerinde duracağını bekleyemeyiz. Bu durumda Suriye’nin parçalanması tehlikesine yol açacak olan “güvenli bölge”yi önlemesi mümkün olan iki güç, Türkiye ve Suriye’dir. El-Bab’a girme aşamasındaki Türkiye’yi bekleyen asıl sorun kontrol altına aldığı bölgedeki pozisyonudur. Öncelikle bölgedeki varlığını örneğin BM Güvenlik Konseyi kararına dayandıramamaktadır. Veya Rusya’nın yaptığı gibi Şam yönetimiyle askeri işbirliği anlaşması yoktur. Suriye, terörist unsurlardan temizlendikten, muhalif gruplar ile Şam yönetimi arasında kalıcı bir uzlaşmaya varıldıktan sonra Türk askeri de komşu ülkeden çekilecektir. Öte yandan IŞİD veya PKK/PYD kaynaklı terörist saldırılara karşı Suriye topraklarında kalıcı asker bulundurmak pahalı ve riskli bir projedir. Bunun yerine komşu ülkelerle dostluk ve işbirliği temelli ilişkiler çerçevesinde kendi güvenliğine yönelik tehditleri önlemek çok daha uygundur. 

BM Güvenlik Konseyi tarafından oluşturulacak “güvenli bölge”nin yönetiminin kesinlikle Türkiye’ye bırakılmayacağını, en iyimser tahminle bir şekilde PYD irtibatlı ülkelerin/gurupların burada söz sahibi olacağını tekrar hatırlatalım. O halde izlenecek politikalar, sırf günü kurtarmak için değil fakat elli-yüz yıl sonraki ihtimaller de dikkate alınarak tespit edilmelidir. Suriye iç savaşının başından beri, pek sesi duyulmayan İsrail’in, süreci, diğer güçler ve organizasyonlar üzerinden kendi stratejik çıkarları açısından başarıyla yönettiği görülmektedir. Ancak Astana mutabakatıyla bu stratejinin tıkandığını söyleyebiliriz ki bu aşamada “güvenli bölge” İsrail’e manevra imkanı sunmaktadır. Başta BM Şartı olmak üzere Uluslararası Hukuk ilkelerinin başında, devletlerin ülke bütünlüğü bulunmaktadır. Bu ilke, Suriye’nin, Irak’ın veya Libya’nın ülkesel bütünlüğü açısından da geçerlidir. Türkiye, aynı zamanda kendi güvenliği için komşu ve bölge ülkelerinin bütünlüğüne halel getirecek adımları atmaktan kaçınmalıdır.