ŞÎA’NIN İDDİALARINA, EHL-İ SÜNNET’İN CEVAPLARI:
f) Kur’ân-ı Kerim’in yalnız ma’sum imamların rivâyetleriyle anlaşılabileceği ve hâşâ! Kur’ân’da noksaklıklar bulunduğu iddiası başkaca hiçbir delile ihtiyaç duyulmaksızın Haz.Kur’ân’ın beyanlarına uymamaktadır. Zirâ, muhtelif âyet’lerde bütün insanlara hitap edilerek Kur’ân’ı anlamaları ve hükümlerine uymaları emredilmiştir.
Ayrıca, Kur’ân-ı Kerîm (Hicr Suresi 15/9) de “Kur’ân’ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız,” buyrulmaktadır. (Bu âyeti Kerime de açıkça göstermektedir ki, Kur’ân-ı Kerim Allah’ın koruması altındadır ve hiçbir noktası, suresi, âyeti, harfi, harekesi ve noktası kaybolmaksızın, en ufak bir tahrife uğramaksızın kıyâmete kadar aslını aynen muhafaza edecektir.)
“Hâlâ Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda pek çok tutarsızlık bulunurdu.” (Nisa 4/82)
(Kur’ân-ı Kerim hem ifade bakımından, hem ma’na ve hüküm bakımından tam bir bütünlük arzetmektedir. İnsanlardan sâdır olan sözler, güzellik ve düzgünlük bakımından hiçbir zaman aynı olmaz-olamaz. Yazan ve söyleyenin içinde bulunduğu hâl ve şartlara göre değişir. “Kur’ân’ın ifade ve uslubu ise baştan sona emsâlsiz bir güzellik ve düzgünlük içindedir. Bu sözlerin ihtiva ettiği ma’na hüküm ve haberler de, yaratılış öncesinden ebediyyete kadar hemen hemen herşeye temas ettiği halde tam bir tutarlık, bütünlük, sıhhat ve uyum arzetmektedir. Yalnızca bunları düşünmek ve tesbit etmek bile Kur’ân-ı Kerim’in beşer eseri olmadığını, onda aslâ ziyâde ve noksanlık bulunmadığını ve Allah’tan gelmiş olduğunu anlamaya yetecektir.)
“Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” (Muhammed 47/24).
Hâşâ! Kur’ân-ı Kerim’de ziyadelik noksanlık arayanlar kalpleri kilitli (hidayete kapalı), mühürlü olanlardır.
g) Ashab-ı Güzîn’in tamamı, (müşrik bir köle iken, -ki, Ebû Süfyan’ın Zevcesi Hind’in kölesi iken Uhud’da Haz.Hamza’yı şehid eden vahşi de dahil olmak üzere, Haz.Peygamber tarafından bizzat eğitilmiş, bütün insanlık için Nümûne-i İmtisâl bir nesildir. Kur’ân-ı Kerim’de, pek çok âyeti Kerim’de hem mühâcirler hem ensar Allah tarafından övülmüşlerdir.
“İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (mühâcirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır. İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların miraslarından bir şey yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o Müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yapacaklarınızı hakkıyla bilmektedir.” (Enfâl 8/72)
“(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk mühâcirler ve ensar ile onlara güzellikte tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan razî olmuştur, onlar da Allah’tan razî olmuşlardır. Allah onlara içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (Tevbe 9/100)...
“Andolsun ki, o ağacın altında sana bi’at ederlerken Allah, o mü’minlerden razî olmuştur. Kalblerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiştir. Ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir.” (Fetih 48/18)
(Âyette işaret olunan bi’at, Hudeybiyye’de (Semre) ağacının altında yapılan “Rıdvan Bi’atı”dır 1400 Sahabî Kureyşe karşı ölünceye kadar savaşacaklarına yemin etmişlerdi. Haber verilen yakın fetih, Hayber’in fethi veya Mekke-i Mükerreme’nin fethidir.)..
“(Allah’ın verdiği bu ganimet malları,) yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah’tan bir lütuf ve rıza dileyen Allah’ın dinine ve Peygamber’ine yardım eden fakir mühâcirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır. Daha önce Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine iman yerleştirilmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr 59/8,9)
(Ensar’ın muhâcirlere karşı tutum ve davranışları âyette belirtilen çerçeve içinde cereyan etmiş, kendileri muhtaç iken başkalarının ihtiyacını giderme hasleti olan “İsâr”, Ensarda zirve noktasına ulaşmıştı.
Diğer yandan Ashab-ı Güzîn hakkında Peygamber’imizden sâdır ve pek çoğu tevâtür derecesinde, Sahih Hadis Külliyatında (Kütüb-ü Sitte’de) sayısız hadis mevcuttur.
Ebû Zer El-Gıfârî, Ammar bin Yâsir, Mikdat bin Esved ve Selman-ı Fârisî gibi pek az sayıda Sahabî’yi istisna ederek, bütün ashabı itham ve zan altında tutmak, hele hele, irtidat etmekle suçlamak, hem Kur’ân’a hem Sahih Hadis’lere hem de tarihî gelişmeye aykırıdır. On dört asırlık İslâm tarihi boyunca Müslüman’ların ekseriyyeti tarafından muhtelif devletlerin kurulduğu, fetihlerin gerçekleştirildiği, medeniyyet’lerin geliştirildiği, Yüce İslâm Dini’nin maşrık’dan-Mağribe dünyanın dört bir tarafına yayıldığı dikkate alınırsa bütün bunların temelini haksız hilâfet, gasp ve zulme dayandırmanın nas’lar ve tarihî gelişim bakımından kabul edilebilir bir tarafı yoktur.
h) İmâmet çevresinde ortaya çıkan, (Şîî’lerin ortaya çıkardığı) beda (hâşâ! Allah’ın daha önceden bilmediği ve sonradan ortaya çıkan) takiyye (bildiğinin, inandığının tam tersini söylemesi), ve rec’at gibi anlayışlar (kaybolan imanın geri dönmesi), Şîa’nın, sapıklıkta, kimi Hıristiyan mezheplerinin çok ötesinde olduğunu gösterir.) Bedâ, Allah’ın ilminin ezelî ve ebedî oluşuyla çelişmektedir. Dinimizde çok özel durumlarda, ikrah (zorlama) ve ihtiyatın yeri vardır. Ölümle veya bir uzvunun kesilmesiyle cebrolunan birisinin (kalbinde tasdîkı muhafaza etmek şartıyla), ba’zı şeyleri lisanıyla ikrar etmesine ruhsat verilmiştir. Takiyye’nin iman temeline oturtularak kabul edilmesi en azından, Yüce İslâm Dini’nin doğruluk prensibiyle bağdaşmaz.
Şîî’lerin en önemli iddia’larından birisi; Haz.Peygamber’den sonra, Müslüman’ların, hattâ, bizzat Haz.Peygamber tarafından terbiye edilmiş Ashabın bile, her bakımdan, i’timada şâyân bir imama ihtiyaçları vardır.
İmam’ın her bakımdan güvenilir olması için de Evlâd-ı Resûl’den olması ve ma’sûm olması şarttır. Şîa’nın bu iddia’larını te’yid eden herhangi bir nas, (âyet ve sahih hadis) bulunmadığı gibi, tarihî gerçeklere de uymamaktadır. Şîa’nın “İsnâ Aşere” kolunun iddia ettiği, Ehl-i Beyt’den on iki imam’dan, sadece, Haz.Ali ve çok kısa bir müddet zarfında Haz.Hasan imâmette-idare’de bulunmuşlardır.
Daha sonraki yüzlerce yıllar boyunca, Şîî’lerin İmam-ı Ma’sûm kabul ettikleri dinî liderlerinden hiçbirisi, Evlâd-ı Resûl’den değillerdir. Bu yaman çelişkiyi nasıl izah edeceklerdir?
Haz.Peygamber’den sonra, Peygamber’lerden sonra beşerin en faziletlisi, Sevgili Peygamber’imizin Maraz-ı Mevtinde, imam olarak Mescid-i Nebeviyye’de ashab’a namaz kıldırmasını işâret ettiği ve bizzat kendilerinin de arkasında namaz kıldığı, Haz.Ebû Bekr’in halife olarak seçilmesini, ashab’ın kâhir ekseriyetinin kendisine bi’at etmelerini, hâşâ! irtidat sayan Şîa, Evlâd-ı Resûlden olmayan imamlara, dînî liderlere itaat edilmesini nasıl izah edeceklerdir?
Hâlen İran’da dinî lider’lik yapmakta olan, Ali Hamaney, Türk asıllıdır, Evlâd-ı Resûl’den, seyid veya şerif değildir. Televizyon kanalındaki Şîa bülülü, televizyon müftüsü zât, “Efendim, dinî liderler on ikinci imama vekâlet etmekteymiş, “Velâyet-i Fakîh” müessesesi varmış, on ikinci imam Muhammed Ma’sum, Muntazar’a vekâlet ettiği için ma’sum, “Velâyet-i Fakîh” mertebesinde olduğu için de dünya’daki bütün Müslüman’ların kendilerine itaat etmeleri vâcib miş!...
Geçiniz! Şîa tıpkı Katoliklik gibi, fâni’leri takdise müteveccih, aslâ İlâhî olmayan ve bir Yahûdî tarafından dizayn edilmiş bir bâtıl inanç sistemidir. Nitekim, 17 yıl aradan sonra, bir İran Cumhurbaşkanı, Batılı ülkeler ziyâreti çerçevesinde ilk olarak, Vatikan’ı ziyaret etmiş, Papa’nın elini öpüp du’asını talep etmiştir.