Yıl 1922.
8 Eylül’ü 9 Eylül’e bağlayan dakikalardayız.
Gecenin koyu karanlığı…
İzmir büyük bir bekleyişte…
Gün boyu gözler; doğudan gelecek süvarileri beklemekten yorulmuş bir halde.
Ancak o yorgun gözlerde canlı bir umut ve heyecan var…
Her an Bornova sırtlarından süvariler bir rüzgar gibi akıp, kente giden ovaları, vadileri doldurabilirler…
Gün boyu kentte büyük bir hareketlilik yaşanmış...
Evet...
Gerçekten de İzmir'de Türkler sanki diken üzerinde bulunuyorlardı.
İzmir'de Türk kanı içmek için yemin etmiş Rum ve Ermeni çetelerinin her an saldırısı gerçekleşecek ve yoğun biçimde Türk katliamı yapılacak korkusu yaşanıyordu.
Türk Ordusu’na ait birkaç keşif uçağı, İzmir semalarında 8 Eylül gününün öyleden sonrasında uçtuğunda, uçakların üzerinde ay ve yıldızlı Türk bayrağını görenlerin yürekleri ağızlarına gelir gibi olmuştu.
Evet, işte İzmir'in mavi semalarına Türk bayrağının ay yıldızı düşmüştü...
Ancak süvariler?
Ah onlar, onlar neredeydi?
Nefesler tutulmuş; onca yıldır tutsak hayatı yaşayan İzmirliler, doğudan gelecek süvarileri sabırsızlıkla beklemeye başlamışlardı.
Ve sabahın ilk ışıkları…
Sabuncubeli’nin Manisa’ya bakan eteklerinde geceleyen Türk süvari birlikleri günün ilk ışıklarıyla birlikte kente girme kararı aldılar.
Ve önce, bütün Bornova Ovası’nı, ardından göğün mavisini yırtarak kulaklarda uğultular yaratan tek bir top ateşi bütün ufku kapladı…
İzmir semalarını yırtarak kentin üzerine serpilen top sesini duyan kulaklar, merakla bakışlarını Bornova sırtlarına doğru çevirdiler.
O an Yüzbaşı Şerafettin Bey üç bölükten oluşan müfrezesinin başında, atının sırtındaydı…
Atlarının üzerinde, ilk komutu bekleyen süvarilerin üzerine, gecenin çiği yağmıştı.
Ve genç yüzbaşı müfrezesine "ileri" komutunu verdi.
Bornova’ya doğru inen yollar, makilik bir araziden geçiyordu. O nedenle atların doludizgin ilerleme imkanı yoktu.
Bu nedenle süvariler atlarını tırısa kaldırmış olarak ilerliyorlardı. Böylece Bornova'nın doğuya bakan ilk sokaklarına ulaşıldı.
Süvariler Bornova sokaklarına girdiklerinde, üzerlerine çevrilmiş sinsi namlular ateş aldı. Küçük çatışmalar ve karşılıklı ateşlerden sonra, saat 9.30’da Bornova Hükümet Konağı’na girildi ve binaya Türk bayrağı çekildi.
Türk bayrağının çekildiği aynı dakikalarda, İzmir Merkez Cami'nin minaresinden yanık ve heyecanlı bir ses ezan okuyordu.
Artık şanlı Türk bayrağı Bornova'dan İzmir'e doğru dalgalanıyor ve sanki İzmir ovalarını selamlıyordu.
Ancak durmak ne mümkün?
At sırtında bu kez, rüzgâr gibi bir koşturmaca başladı.
Hedef, Halkapınar üzerinden İzmir'di.…
Artık Türk süvarileri doludizgin, İzmir yollarında at koşturuyorlardı. Sanki her biri tarihin bin yıl önceki sayfalarından çıkmış, Anadolu’yu kendilerine yurt edinmek isteyen alperenler ve gazi akıncılardı.
Halkapınar’a gelindiğinde; ilerleyen Türk süvarilerinin üzerlerine çevrilen sinsi silahlar ateş kusmaya başladı.
Ve dört tane Türk süvarisinin bir anda alınlarında, göğüslerinde açıveren kandan kırmızı karanfillerle yere yığıldıkları görüldü. İnanılmaz biçimde, hepsinin kimi kapanmamış gözleri İzmir’e doğru bakıyordu.
Yüzbaşı Şerafettin Bey, derin bir elem içinde, İzmir’e doğru bakan bu yağız Anadolu çocuklarının; “Bizimle oyalanmayın, bir an önce İzmir’e girin” sözlerini sanki kulaklarında duyuyor gibiydi.
Genç yüzbaşının atı yaralanmıştı.
Ölen askerlerinden birinin atına atladı.
Ve derhal müfrezesine “Kılıç Çek” emri verdi.
Şimdi süvarilerin her biri bir fırtına gibi Alsancak Sokakları’nda esiyorlardı.
Bir çırpıda Kordonboyu’na çıktılar.
Denizde sayısız düşman gemisi kendilerini izliyordu.
Ve süvariler, üstleri başları toz toprak içinde; her birinin yağız çehreleri körfezin mavisine vurmuş biçimde ilerliyorlardı. Kordon’da nal sesleri çınlıyordu.
Bağırış, çağırış; sağa sola koşuşturma; sevinç, heyecan, korku, hınç, öfke; bütün bu duygular iç içeydi.
Derken süvariler Pasaport Karakolu’na yaklaştılar.
Birden bir çete elemanı kalabalığın içinden atılarak, elinde pimi çekilmiş bombayı Yüzbaşı Şerafettin’in atının ayaklarının altına attı.
Bomba bir anda infilak etti.
At bağırtılar ve kişnemeler arasında yere yığıldı.
Yüzbaşı Şerafettin ise, patlamanın ve patlama sonucu atın devrilmesi nedeniyle, yere kapaklanıp yuvarlandı.
Genç subayın boynundan alnına doğru derin bir yara vardı. Göğsüne de şarapnel parçaları isabet etmişti.
Atı ise; karnı parçalanmış, bağırsakları dışarı fırlamış, ağzı köpükler içinde can çekişiyordu.
Hemen arkadaşları Yüzbaşının yardımına koştular.
Buldukları bez parçasıyla apar topar yüzbaşının boynunu ve alnını sardılar.
Yüzbaşı kendine gelir gibi olmuştu.
Artık duracak an mı vardı ki!
Yüzbaşı yedekteki atlardan birine bindi. Ve dörtnal emri vererek, yıldırım hızıyla müfrezesiyle birlikte Borsa’ya doğru uzanan sokaklara daldılar.
Nefes nefese bir koşturma, at kişnemeleri, nal sesleri, kılıç şakırtıları; “Allah, Allah” sesleri…
Bir ara yollar karıştırılır gibi oldu.
Bu arada ağlayarak bir İzmirli genç karşılarına çıktı.
Genç, sevinç tufanı içinde süvarilerin atlarına sarılıyor, gözyaşlarına boğulmuş bir biçimde süvarilerin çizmelerini öpmeye çalışıyordu.
Bu genç İzmirli yolu şaşırmış süvarilere kılavuzluk etti. Saat 10.20 sıralarında Yüzbaşı Şerafettin önde, müfrezesi arkasında Konak Meydanı’na ulaşmışlardı.
Sağ tarafta Sarıkışla, sol taraflarında Hükümet konağı yer alıyordu. Dağlardan efeler inmiş, kendilerini karşılamışlardı.
Hükümet konağının balkonunda hala Yunan bayrağı dalgalanıyordu.
Kalabalık arasından koşarak biri geldi. Yanında getirdiği, elde dikilmiş bir bayrağı Şerafettin Bey’e verdi.
Yaralı halde bulunan Şerafettin, katlanmış bayrağı bir çırpıda yaralı göğsünün içine soktu.
Derken, Hükümet Konağı’nın yan kapıları kırıldı; sonra da ön kapısı arkadan açıldı.
Şerafettin Bey, yanında iki teğmeni ile birlikte atından atladı; koşar adım bir elinde kılıcı, ötekinde mavzeri merdivenleri çıktı.
Bir soluk sonrasında Hükümet Konağı’ndaydılar. Yüzbaşı Şerafettin Bey, arkadaşlarının yardımıyla; gönderdeki Yunan bayrağını indirdi. Göğsüne koyduğu şanlı Türk bayrağını göğsünden çıkardı.
Şerafettin Bey, bir anda; kanının bayrağına bulaştığını fark etti. Kırmızı bayrağına, kanının kırmızısı karışmıştı.
Ve o; o an şunları düşünüyordu:
“Kanımın bulaştığı bayrağıma, şimdi de gözyaşlarım bulaşıyor. Kanlı bayrağımı öpüyor, öpüyor, öpüyorum… Artık ölsek ne gam! İzmir’e ilk ulaşanlar biz olmuştuk ya!”.
İzmir Fatih’i Yüzbaşı Şerafettin Bey, İzmir’e süvarilerinin başında ilerlerken kim bilir ne derin duygular, heyecanlar ve düşler içindeydi.
O artık, bütün Türkiye’de “İzmir Fatihi” diye anılıyordu.
15 Eylül günü, Gazi Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) düzenlenen bir törenle, İzmir’e ilk giren bu “fatih” e, Buhara Cumhuriyeti tarafından ünlü Türk Hükümdarı Timur’un göndermiş olduğu kılıcı kuşattı. Ona ayrıca “İzmir” adını verdi.
Yüzbaşı Şerafettin Bey’in adı, artık Şerafettin İzmir’di…
Bugün 9 Eylül...
Kordon'da ya da Konak Meydanı'nda geziniyorsanız, bir an durun...
Kalabalıktan ve gürültüden uzaklaştırabiliyorsanız, kulağınızı rüzgarın sesine verin...
Emin olun at kişnemelerini, haykırışları, patlayan bomba ve mavzer seslerini sonra da güzel İzmir'den bütün Türkiye'ye ve oradan da dünyaya yayılan Zafer Türkülerini duyacaksınız:

İzmir'in dağlarında çiçekler açar

Altın güneş orda sırmalar saçar...

Bozulmuş düşman yel gibi kaçar,

Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa,

Adın yazılacak mücevher taşa...