Geçtiğimiz günlerde Mevlana haftası ve Şeb-i aruz törenleri yapıldı, bir çok yayın kuruluşunda Mevlana ya ilişkin anlatım ve sunumlar vardı ancak Mevlana nın dünya insanlığına 800 yıl öncesinde verdiği mesajlara ne yazık ki ya hiç verilmedi yada çok kısa geçiştirildi. Oysa günümüz dünyasında bu mesajlara çok büyük gereksinim olduğu ortada, açık. Bu düşünceme yazı dizisini izledikce daha da hak vereceksiniz.
Bu son derece önemli şahsiyeti ve mesajlarını anladıktan sonra yaşamımızda çok şeyin değişeceğine inancım tam.
Buyrun:
Mevlana denince ilk akla gelen SEMA sözcüğüdür. Bu sözcüğün kelime anlamı duymak, işitmek şeklindedir. Terim olarak müzik nağmelerini dinlerken vecde gelip belli bir yöntemle dönmek anlamı taşır.
Sema bir dans olmayıp belli kuralları olan bir törendir. Sema simgesel olarak kainatın oluşumunu, insanın dünyada doğuşu ve yüce yaradana duyduğu derin sevgi ve aşk ile harekete geçerek İnsan-ı Kamil e yani mükemmelliğe yönelişini ifade eder.
Sema töreni, Mevlana fikriyatının görsel sembolü olduğu için Sema töreni izlerken bilinmesi şart olan bazı simgesel anlamları kısaca özetlemek yararlı olacaktır.
Tören başlangıcında Semazen üstündeki ölümü simgeleyen siyah hırkayı çıkararak sembolik olarak “gerçeğe” doğar, kollarını bağlayarak temsilen ‘BİR’ sayısını gösterir. Böylece Allah’ın tek oluşunu kabullenerek buna tanıklık ettiğini vurgular.
Sema sırasında semazenler sağ eli yukarıya doğru sol eli aşağı doğru bakar durumdadır. Bu duruşun anlamı vardır: Allah tan aldıklarını kendine maletmeden yine tüm insanlara ulaştırmayı simgeler, bu duruş.
Semazenlerin giysileri de özel anlamlar taşır, şöyleki: Siyah hırka ölümü, içlerine giydikleri beyaz elbise saflık ve temizliği vede kefeni simgeler. Başlarına taktıkları yüksek ve tepesi düz keçe külah ise tanrının tek olduğunu ve mezar taşını sembolize eder.
Adı Celaleddin idi ancak çevrede uyandırdığı saygınlık sonucu ona “efendimiz” anlamında Mevlana deniyordu. Zamanla adı, yaşadığı Anadolu ya o devirde Diyar-ı Rum denmekte olduğu için Mevlana Celaleddin Rumi’ye dönüştü ve öyle de kaldı.
Mevlana ve fikriyatını anlatırken yer yer Şems-i Tebriz’i ile harmanlayarak anlatacağım. Zira Mevlana’yı Şems olmadan anlatmak onu çok eksik anlatmak olur.
Mevlana ve Şems düşünce dünyasında bir elmanın iki yarısı gibiydiler.
Bir taş nehire düşmeye görsün etkisi pek anlaşılmaz, ancak aynı taş bir göle düşsün etkisi çok daha kalıcı ve sarsıcı olacaktır.
Nehir karmaşaya, delidolu gürül gürül akmaya pek alışkındır. Zaten çağlamak için bahane arar nehir. Atılan taşı içine alır, benimser, sindirir sonra da çabucak unutur gider, herzamanki akışına döner.
Oysa göl böyle aniden dalgalanmaya hazır değildir, tek bir taş bile onu altüst etmeye ta dibinden sarsmaya yeter. Göl taşla buluştuktan sonra bir daha asla eskisi gibi olmaz, olamaz.
Kendine ‘Hamuş’ yani suskun derdi Mevlana. Ellibinden fazla muhteşem dizeye imza atmış işi, gücü, varlığı hatta soluduğu hava bile kelimelerden oluşmuş bir deha, kendini böyle tanımlıyordu. Mevlana’ya göre demek ki sessizlik bile dinlenebiliyordu zira ölümsüz eseri Mesnevi’nin de ilk kelimesi ‘bişnev’ yani dinle idi.
Mevlana geride “İslam aleminin Shakespeare”i diye anılmasına yola açacak muhteşem eserler bırakarak 1273 yılında veda etmişti dünyaya.
Öldüğünde 66 yaşında idi.
Derinlere kadar kök salmış taassup ve önyargılar çağında hep evrensel, kapsayıcı ve barışcıl bir maneviyatı savundu Mevlana. Kapıyı hiç ayırım yapmadan tüm insanlığa açık tutarak derin bir sevgi ve hoşgörü mesajı verdi.
İnsanın kendi içine yönelerek olgunlaşmaya çalışmasını hedefleyerek kişinin kendi egosuna karşı sonuna kadar mücadele vermesini öğütledi. Bu yolla insanın nefsini adım adım yeneceğini vurguladı.
Sekiz yüz yıl öncesi önerilen bu mucadele hala devam ediyor. O gün bugün ne Şems nede Mevlana’nın ruhları ölmüş sayılmaz, hala diri ve canlı.
Adeta hala aramızdalar ve sema etmekteler...
DEVAM EDECEK....