78 MİLYON TEK MİLLETİZ!
Bu milletin kurduğu birçok devlet zaman zaman sıkıntılar yaşamış ve de öyle ki;,zaman içerisinde hepsinin de üstesinde gelmişlerdir. Bakınız vatan toprağının kutsaliyeti ve bölünmezliği için üç bin yıl önce, yüzyıl önce ve de yirmi yıl önce; bu milletin unutulmaz yöneticileri vatanın her karış toprağı için ne muhteşem kararlılık göstermişlerdir! İşte Türk tarihinde vatanın bölünmezliğine müsaade edilmeyen üç olay ve üç yöneticinin örnek kararlılıklar:
“Yıl M.Ö. 209 yılları… Mete Han, Hun hükümdarı olunca Tung-Hu’lar Hunlarla savaşmak için bahane aradılar ve Mete Han’dan önce “atını” istediler. Mete Han kan dökülmesini istemediği için “atını” verdi. Sonra, Mete’nin babasının eşlerinden birisini istediler. Kurultay’ın onaylanmamasına rağmen Mete Han kişisel değerlerimdir diyerek bunu da kabul etti. Peki nasıl olurda bir Türk hükümdarı bir kadını gönderimiş olabilir diyebilirsiniz? Çünkü gönderdiği eş aslında babasının Çin asıllı eski eşi Yen-şi adındaki hain bir hatundu. Yen-şi Mete Han’ın babası Teoman’la evlendirilirken, Çin İmparatoru’nun kızı olarak gönderilmişse de aslında sıradan bir Çin ailesine mensup ve de hain birisi olduğu sonradan anlaşılmıştır. Çünkü Çin yöneticiler Türk Devletleri’ne karşı zorda kalınca barışı temin etmek için bu gibi evlilik yolunu hep tercih etmişlerdir. Bunu yaparken de çoğu zaman sahte prenseslerini de Türk Hükümdarlarına göndermişlerdir.)
Tung-Hular bununla da yetinmeyip daha sonra, iki devletin ortak sınırına yakın işe yaramaz bir toprak parçasını istediler. Kurultay iki olaydan sonar üçüncüsüne razı olduysa da bu defa da Mete razı olmadı:
“- Toprak mı? Milletin malı ve yurdun temeli olan toprak ha? Asla! Kıraç bir toprak da olsa, bir yurt parçasını vermektense kanlı bir savaşa girmekten çekinmem; çünkü o toprak benim değil milletindir,” diyordu. …Ve Tung-Hularla savaşıldı zafer Mete’nin oldu.
İkinci olaya gelince bundan yüz kusur yıl önce idi! “Hepimizin bildiği gibi, Osmanlı’nın son dönemi hep sıkıntılı geçmiştir. Çünkü dışarıdan düşman saldırıları bir yana, içeride isyanlar ise devletin çöküşünü hızlandırmak için adeta düşman devletlerle yarışır bir durum almıştır. Son dönemin padişahı olan Abdülhamit ise 33 yıl akıllı politikaları sayesinde devletin ömrünü uzatmak için büyük çabalar sarf etmiştir. Öyle ki, Sultan Abdülhamit sağlığında bir karış toprak vermemiştir. O’na karşı olanlar, O’nu başarısız kılmak için içeriden ve dışarıdan işbirliği yapmaktan geri durmamışlardır.
Hatta Doktor Theodor Herzl, 1896 yılında İstanbul'a gelerek, Polonyalı Kont Philippde Newlinski'nin delaletiyle padişahla görüşür ve Filistin karşılığında padişaha 20.000.000 (yirmi milyon) sterlin vermeyi hatta Osmanlı’nın bütün borçlarını ödemeyi teklif eder. Daha da ileri giderek “Musevilerin etkin bir yardımı olmadan, mali sorunların çözümünde Osmanlı Devleti'nin bir başarı gösteremeyeceğini” vurgulamaktan da geri kalmaz.
Osmanlı Devleti’nin bütün dış borçlarını kapatmaya karşılık, kendisinden Yahudilere Filistin’in satılmasını isteyen Theodor Herzl başkanlığındaki heyete II. Abdülhamit Osmanlı haritasını göstererek şöyle demiştir: “Bu konuda sakın bir adım daha atmayın. Ülkemin bir çakıl tasını bile satamam. Çünkü o benim değil, halkımındır. Bu devlet onu kanı pahasına aldı, kanı pahasına yaşattı. Birilerinin gasp etmesine izin vermeksizin kanımız pahasına da koruruz. İki tabur askerimiz Suriye ve Filistin’de savaştı. Plevne’de 93 Harbi’nde Orduy-u Hümayun’umun Filistin Alayı’nın askerleri, bir tanesi dönmemek üzere şehit olmuşlardır. Ben canlı vücut üzerinde paylaştırma yapamam. Osmanlı Devleti benim değil, milletindir. Hiçbir parçasını veremem. Filistin’e ancak cesetlerimiz üzerinden girilebilir. Yahudiler milyonlarını saklasınlar. Devlet parçalanırsa, Filistin’i karşılıksız da alabilirler. Şu kadar var ki, bu devlet cesetlerimiz çiğnenmeden parçalanamaz. Ne için olursa olsun, biz ölmeden kimse bizi birbirimizden ayıramaz. Ben onun hiçbir parçasını vermem...”
Üçüncü olay ise bundan yirmi yıl once idi! 1995 yılında Ege Denizi’ndeki sadece keçilerin yaşadığı ve de sadece kayalıktan ibaret KARDAK Adası’ndaki bayrak krizini hele bir düşünün; neredeyse Yunanistan ile savaşa girmeyecek miydik? Mete Han ve II. Abdülhamit Han olayına ne kadar da benziyor!
Peki nedir bu Kardak Krizi? Ocak 1996’da Yunanistan ile Türkiye arasında Türk bandıralı bir geminin Kardak Kayalıkları’nda karaya oturması sonucu Türk ve Yunan kurtarma ekipleri arasında anlaşmazlık çıkınca patlayan krizdir ve iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmiştir.
Figen Akat isimli Türk gemisi 25 Aralık 1995 tarihinde Ege Denizi’ndeki Kardak Kayalıkları’nda karaya oturdu. Bu olaydan sonra Yunanistan, deniz kazasının kendi karasularında olduğunu ileri sürdü. Türkiye ise söz konusu adaların kendisine ait olduğunu belirtti. Yunanistan ordusu, bir süre sonra doğudaki adacığa asker çıkarıp bayrak dikti.
29 Aralık 1995 günü yani 20 yıl önce bugün esas kriz başlamış oldu. İki ülkenin deniz kuvvetleri adanın çevresinde konuşlandı. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, “O bayrak iner, o asker gider” diyerek Türk Silahlı Kuvvetleri’nin savaşa hazır olduğunu belirtti ve 30 Ocak 1996 gecesi adaya asker çıkarılmasını istedi.
Türk SAT ve SAS komandoları Doğu Kardak’ı kuşatmış olan Yunan donanmasının arasından geçerek hemen yandaki ikinci adaya (Batı Kardak) gece operasyonu ile çıkıp Türk bayrağını diktiler. Daha sonra Bill Clinton’un telefonu ve Amerikan delegesi Richard Holbrooke ile NATO Genel Sekreteri Javier Solana’nın girişimleriyle tansiyon düşürülmüş ve kriz öncesi duruma dönülmüştür.
Uzun sözün kısası hiçbir örgüt, hiçbir millet ve hiçbir devlet; Türk Milleti’nin bir karış toprağına göz dikmesin. Sabrını denemesin! Yukarda tarihte yaşanmış üç olay da örnek davranış sergileyen liderler gibi dirayetli yöneticilerimiz olduğu sürece, “bu vatan bölünmez, bölünemez.” “ Allah'ın izniyle bu ülkede herhangi bir operasyona, herhangi bir ameliyata asla ve kat'a müsaade etmeyiz.”